top of page

KÜRTLER ve ZAZALAR - 2

Doğu Anadolu Ve Yukarı Mezopotamya Kimin Anavatanı ?


Şikago Üniversitesinde tarih profesörü olan Walter E. Kaegi’nin ‘’Bizans ve İlk İslam Fetihleri’’ adındaki kitabına göre, 600’lü yıllarda (7.yy.), Bizans’ın Mezopotamya (Diyarbakır ve Batman illeri) ve Osrhoene (Mardin ve Urfa illeri ile bu illerin güneyinde kalan Suriye’nin Fırat Nehri’ne kadar olan bölgesi) eyaletlerinde Hristiyan Araplar ve Ermeniler yaşıyordu. Bu eyaletlerin doğusu (Dicle Nehri’nin Hasankeyf’den güneye doğru kıvrıldığı yerin doğusu) Pers Sasani İmparatorluğu’nun (224-651) hakim olduğu coğrafyaydı.


Mezopotamya eyaletinde çoğunluk Ermeni olmak üzere azınlık olarak da Hristiyan Araplar, Süryaniler ve Rumlar yaşamaktadır. Osrhoene eyaletinin çoğunluğu Hristiyan Arap, azınlık olarak Ermeni,Süryani ve Rumlar’dır. Bizans kayıtlarında Kürtler ile ilgili bir kelime dahi geçmemektedir. Kürtler bu tarihlerde Hakkari dağlarında ve güneydoğuya doğru uzanan günümüz İran-Irak sınırının dağlık kesimlerinde yaşamaktadırlar. Türkiye topraklarına ilk gelen Müslümanlar 7. yy. da Hz. Ömer zamanındaki Araplardır. Arapların, Kürtlerle ilk karşılaşmaları da bu devirdedir. Araplara coğrafi yakınlık itibarıyla Kürtler, Türklerden daha önce Müslüman olmuşlardır. Kürtler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Araplar ile Bizansın fetihlerine katılmışlar ve Diyarbakır, Batman ve Siirt illerinin

Güneydoğu Toros dağlarına bakan topraklarına (Coğrafi olarak Yukarı Mezopotamya’nın kuzey sınırları) yerleşmeye başlamışlardır. Türkmenler tarafından Anadolu fethedilmeye başlandığında ise; Kürtler, tarihi anavatanlarının kuzey sınırı olan Hakkari dağlarından başka sadece Mezopotamya’nın kuzey sınırına yerleşebilmişlerdi. Daha kuzeye ve batıya yayılmaları ancak dindaşları Türkler sayesinde olabilmiştir.


Diyarbakır’ın Bizans İmparatorluğu zamanındaki adı Amid’dir. Diyarbakır adı ise buraya ilk yerleşen Müslüman Arap aşiretinin lideri ‘’ Bekir bin Vail’’ den gelmektedir. Bekir’in memleketi anlamına gelen ‘’Diyar-ı Bekr’’ denilmiştir.


Tarihte Türkiye sınırları içinde kurulan tek Kürt devleti Mervani Emirliğidir. 984 yılında kurulmuş olup merkezleri o zamanki adı Meyyafarkin olan Silvan’dır. Toprakları, günümüzün Diyarbakır, Batman ve Siirt illeridir. Sonradan göç ile ilk defa düz bir araziye yerleştikleri bu bölgede devlet yapılanması gösterebilmişlerdir. Malazgirt Savaşı'nda (1071) Sultan Alparslan’ın 50.000 kişilik ordusunun içinde Mervani Emiri Nizameddin’in 10.000 kişilik Kürt ordusu da vardır. 1087 yılında Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın oğlu Melikşah tarafından bu devlete son verilmiştir. O dönemde Ahlat, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Anadolu’daki giriş kapısı üssüdür. Malazgirt Savaşı'nın olduğu yıllarda, Diyarbakır, Silvan, Batman, Siirt ve Van Gölü’nün güneyinde kalan Van’ın ilçeleri ile Şırnak ve Hakkari’de Kürt nüfus bulunmaktadır. Fakat bu, Kürtlerin buralarda çoğunluk olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü o zamanın tarihçi ve gezginleri Silvan hariç şehir merkezlerinde Kürtçe diye bir dilin konuşulduğundan söz etmemektedirler. Kürtlerin genelde dağlarda göçebe hayat sürdükleri anlatılmaktadır. Ancak, Mervaniler zamanında Kürt Emirleri şehirleri yönetebilmiştir. Türkiye’ye ilk gelen Kürtlerin merkezi Silvan olmasına rağmen, Anadolu Selçuklu Sultanlarından dördünün (I.Kılıçarslan ve kızı Saide Hatun,…) ve Artukoğulları beylerinin mezarları da burada bulunmaktadır.


Zazaların ataları olan Deylemliler ise, Zaza tarihçisi ve edebiyatçısı olan Seyfi Cengiz’in ‘’Dersim ve Zaza tarihi’’ adlı yazısına göre, Selçuklu sultanları Tuğrul bey ve Çağrı bey zamanında (1040 dolayları) Selçukluların Anadolu’ya yaptıkları akınlarla birlikte Muş ve Erzurum dolaylarına Türklerle birlikte yerleşmeye başlamışlardır. Doğu Anadolu bu tarihlerde yine çoğunluk olarak Ermeni’ dir. Daha sonraki yıllarda Kürtlerin güneyden kuzeye doğru gelen baskısıyla, Zazalar, Muş ve Erzurum taraflarından daha batıya Bingöl, Erzincan, Tunceli ve Elazığ dolaylarına doğru göç etmek zorunda kalmışlardır.


Zazalar, Proto-Zaza olan Deylemliler olarak ancak İran’da bazı devletler kurabilmiştir. Bunların en önemlisi Büveyhoğulları ve Alamutlardır. Büveyhoğulları Şii karakterli olup, Bağdat’taki Abbasi halifesini de egemenliği altına almış ve Sünni müslümanlara baskı uygulamıştır. 940 yılında kurulan bu devlet, 1050 yılında Selçuklu sultanı Tuğrul Bey tarafından yıkılmış ve Şii hakimiyetine son vererek Bağdat’taki Abbasi halifesini Şii baskısından kurtarmıştır. Diğer bir devlet olan Alamut devleti ise, 1011 yılında İran’ın kuzeyindeki dağlık bölgede Hasan El-Sabbah tarafından kuruldu. İsmailiye mezhebini kabul eden devlet, işi daha ileriye götürerek komünizmin ilk temellerini atmıştır. Cenneti bu dünyada vaadederek, ahlak kurallarını ortadan kaldırdı. Hasan El-Sabbah kendine dini bir hüviyet kazandırdı. Ahlaki ve dini sapıklığı bir devlet anlayışı haline getirdi. Müritlerine, haşhaş kullandırarak döneminin hükümdarlarına suikastler düzenlettirdi. Devletin askerlerinin hepsi haşhaşdan kafayı bulmuş (günümüzün tinercileri gibi) birer müritti. Selçuklu devlet adamlarının (Nizamülmülk) da öldürülmesi gibi işler de yaptırıldı. 179 yıl yaşayan bu devlet 1256’da Moğol hükümdarı Hülagü Han tarafından ortadan kaldırıldı.


Tarihteki en ünlü Türk-Kürt kökenli hükümdar ve komutan Selahaddin Eyyubi’dir. Türk-Kürt diyorum çünkü kökeni tam açıklığa kavuşturulamamakla birlikte kendisinin Türk Zengi Devleti, Atabeg Zengi ve ailesi ile yakın ilişkileri, Haçlılar ile birlikte mücadele etmeleri kendisini Türklere yakınlaştırmıştır...Bazı kaynaklar Selahaddin Eyyubi’nin babasının Kürt Ravvadi aşiretine mensup olduğunu bildirir. Türk hükümdarı Atabeg Nurettin Mahmud’un veziri ve komutanı olarak Mısır’a gönderilmiş ve Mısır’daki Şii Fatımi devletine son vermiş ve Nurettin Mahmud öldükten sonra da kendi hükümdarlığını ilan etmiş iyi bir din eğitimi alan halis bir müslümandır.


Kudüs’ü Haçlılardan geri alarak bütün İslam dünyasının saygısını ve sevgisini kazanmıştır. Kudüs’ü Müslümanlara geri kazandırmasından dolayı kendisine Selahaddin adı verilmiştir. Ordusunun çoğunluğu ve komutanları Türkmen’dir.


Önceki bölümlerde de görüldüğü gibi, bazı Kürt yazarlar, Kürtlerin Anadolu’da 5000 yıllık tarihi olduğunu yazar. Doğu Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da (Güneydoğu Anadolu bölgesi) yaşayan Hurri’lerin, Mitanni’lerin, Urartular’ın ve Med’lerin kendilerinin ataları olduğunu iddia ederler. Büyük İskender ordularının karşılaştığı, sadece tarihçi Ksenefon tarafından yazılan Karduklar adındaki (sırf isim benzerliğinden yola çıkılarak)

bilinmeyen bir halkın, kendileri olduğunu söylerler. İran’ın batı sınırını teşkil eden Zağros Dağları’nda MÖ 3000’li yıllarda yaşamış olan Gutiler’in ilk ataları olduğunu iddia ve kabul ederler. Özellikle, Rus Kürdoloji uzmanı Viladimir Minorsky’nin etkisiyle Medlerin, dil bakımından gerçek ataları olduğu konusunda ısrarlıdırlar. Bunların hepsi birer varsayımdır.



Gutilerin ülkesi ve Medler’in ülkesi anlamına gelen Medya, Urmiye Gölü’nün güneyinde bulunan günümüz İran’ın Kordestan eyaletidir. Zaten bütün Kürdoloji uzmanları Kürtler’in anavatanlarının burası olduğunda hemfikirdir. Fakat, Medce’nin nasıl bir dil olduğu tam açıklığa kavuşmamakla birlikte Kürt dili ile benzerliğ olmadığı anlaşılmıştır. Medce ile ilgili günümüze kadar ulaşan bulgu ve belgeler sınırlıdır. Fakat diğer bir Kürdoloji uzmanı David N. Mackenzie ise, Kürtlerin gerçekte en eski atalarının İran – Irak sınırında bulunan Zağros Dağları’nın kuzey ve orta kısımlarında (İran’daki Kordestan ve Kirmanşah eyaletleri) yaşayan Cyrtii (Kirtii)’lerin olduğunu söylemekte ve bunların Medler ile komşu olduklarını yazmaktadır. Yani Kürtlerin kökeni tam olarak açıklığa kavuşmamış olup, kesin budur denilen tek bir doğru yoktur. Yukarıda isimleri zikredilen Hurriler, Mitanniler ile Urartular’ın dil bakımından Zagrokaspiyan (Zağros-Hazar) halklarından olduğu ve eklemeli, bitişgen Turani bir dil kullandığı anlaşılmaktadır.


Anadolu’ya ilk fetih hareketlerini yapan Müslümanlar Araplardır (600’lü yıllar). Yukarı Mezopotamya veya diğer adıyla Güneydoğu Anadolu bölgesine geldiklerinde etnik olarak 4 halkla karşılaşmışlardır: Hristiyan Araplar, Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar.


Kürtler ve Ermeniler arasında politik açıdan her zaman eşitsiz bir ilişki olagelmiştir; Ermeniler genellikle ekonomik açıdan sömürülmüş ve Kürt aşiret liderleri tarafından pek çok kıyıma uğratılmışlardır. Bu baskıdan kaçmak için bilinmeyen sayıda Ermeni, 19. yüzyılda Müslüman olmuş ve Kürt kimliğini benimsemiştir. 20. yüzyılın başlarında Dersim bölgesini ziyaret eden bir Avrupalı, bir çok Alevi’nin son zamanlarda Ermenilikten dönmüş olduğunu kaydeder. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki bir çok köyde, kökenlerinin Ermeni olduğunu söyleyen, Kürtçe konuşan ve kendilerinin Kürt olarak tanımlayan insanlar bulunmaktadır. Süryaniler’in ise tarihi mekanları Mardin’in doğusunda bulunan Tur Abdin bölgesidir. Günümüzde, Türkiye’de yaşayan Süryaniler’in merkezi hala bu bölgede bulunan Midyat’tır.


Prof. Dr. Osman Turan, =Doğu Anadolu Türk Devletleri= adlı kitabında şunları yazmaktadır. (Osman Turan, yabancı tarihçilerin referans olarak kabul ettikleri değerli tarafsız tarihçilerimizden biridir.):


‘’ Türkler Anadolu’ya akmaya başladıklarında; Ermeniler Hısn Mansur (Adıyaman), Hısn Ziyad (Harput), Muş, Bitlis ve Van vilayetlerinde, Süryani ve Yahudiler de Urfa, Mardin, Hısn Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarkin (Silvan) ve Amid (Diyarbakır) şehir ve bölgelerinde daha fazla bulunuyordu. Bu nüfus durumu bakımından Urfa güzel bir örnek teşkil eder. 1070 yılında Urfa’da 20.000 Süryani, 8.000 Ermeni ve 6.000 Rum ile Frenk bulunuyordu. 1200’lü yılların başında dahi Urfa’da Süryani ve Ermeniler çoğunluktadır.


Selçuklu fetihleri, Türkmen göçü ile birlikte, Kürtlerin doğudan batıya doğru ilerlemelerine ve Fırat Nehri berisindeki bölgelerde yayılmalarına neden oldu. Güneyden de bir takım Kürt aşiretleri 1300’lü yılların başında kuzeye doğru kaymışlardı. Nitekim XV. asır coğrafyacısı el-Ömeri, Kürtlerin dağlık İran havalisinden Hemedan’dan başlayıp) Kilikya Krallığı (Maraş’a kadar) sınırına kadar dağılmış olduğunu yazar. Fakat Kürtlerin şehir ve kasabalarda bir topluluk olarak bulunduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Bu bölgelerin sadece dağlık kısımlarında göçebe hayat sürmektedirler. Kürtler genellikle dağ kavmi olduğu için hayvancılık ve eşkiyalık yapıyor; yerleşik hayatı gerektiren çiftçilikle az meşgul oluyorlardı. 1500’lü yıllara gelindiğinde (Yavuz Sultan Selim devri), Güneydoğu Türkiye’de artık Kürtler damgasını vurmaya başlamaktadırlar.


Göçebe hayatları dolayısıyla 1185 yılında Türkmenler ve Kürtler arasında başlayan ve uzun süren mücadele sonunda barış olunca, bu iki müslüman kavim, çarpışmalar zamanında, bazen bir tarafa, bazen diğer tarafa yataklık ve yardım ettikleri için, bu sefer Ermenilere karşı birleşmiş ve intikam amacı ile onlardan pek çok insanı esir edip Mardin, Koçhisar (Kızıltepe) ve başka şehirlerde satmışlardı.


Bununla beraber buhran zamanlarında, Süryanilerin daima sadakat göstermelerine karşın, Ermenilerin karakteri icabı, Türklere karşı ayaklanma ve ihanetlerine rastlanmıştır. Gerçekten Bizanslılara karşı Türkleri tutan Ermeniler, Haçlıların gelişini ümitle karşılamış; münferit veya toplu olarak Türklere karşı hareketleri görülmüştür.


Selçuklular, Kösedağ savaşında (1243 yılı) Moğollara mağlup olunca Malatya, hükümetsiz kalmış; Türkler ve Süryaniler toplanıp ortak bir hükümet kurmuş ve eski ahengi muhafaza etmişlerdir. Hristiyan halklar arasında Süryaniler Türklere karşı dostluklarına daima sadık kaldılar. İlim ve kültürleri, kilise ve manastırları ile diğer hristiyanlardan üstün bir seviyede bulunuyorlardı. Ermeniler ilim ve kültür bakımından Süryanilerden geri, fakat Rumlardan ileri bir seviyede idi. Buna karşılık Ermeniler çeşitli sanatlarda ve ticarette çok ileri bulunuyor; çalışkanlık ve zekaları ile yurtlarını imar ediyorlardı.


Köylerde çiftçilik, bağcılık ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Bununla beraber onlar tarihleri boyunca siyasette kabiliyet gösterememiş; kendi aralarında birleşememiş ve Bizans, Arap ve Türk idarelerinde ölçüsüz hareketleri eksik olmamış ve hatalarının cezasını görmüşlerdir.’’


Sosyoloji Profesörü Cahit Tanyol, Türkler ile Kürtler isimli kitabında (sayfa 68-69) şöyle yazmaktadır:


‘’Fatih Sultan Mehmet zamanında , Erzincan dolaylarında, bütün doğu Anadolu’ya egemen olan Akkoyunlu Türkmen boylarına dayanan, bir devlet vardı. Onun başında da Uzun Hasan bulunuyordu. Uzun Hasan’ın devleti göçer Türkmenlere dayanıyordu. Fatih Sultan Mehmet ile 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşı'nda, Uzun Hasan’ın ordusu mağlup oldu ve Türkmenlerin bir kısmı İran’a gitti. Bir kısmı Suriye’deki Rakka havalisine yerleşti. Humus’a kadar yayıldı. Halep Türkmenleri adı ile anılan kendilerine özgü bir göç tarihi bulunan Güney Anadolu Türkmenleri Uzun Hasan’ın dağılan devletinin serpintileridir. Türkmenlerin Doğu Anadolu’dan çekilmeleri üzerine büyük çoğunluğu dağlarda ve yüksek yaylalarda yaşayan Kürt aşiretleri kendi reislerinin etrafında dağlardan inerek şehirlere ve köylere yerleşmeye başladılar.


Kaynaklar:

1. Prof. Walter E. KAEGİ. Bizans ve İlk İslam Fetihleri. Kaknüs Yayınları.

2. Seyfi CENGİZ. Dersim ve Zaza tarihi. www..zazaki.de

3. Eski Kürt Devletleri. www.geocities.com

4. Ethem XEMGİN. Kürdistan Tarihi. Doz Yayınları.

5. Rafael BLAGA. İran Halkları El Kitabı.

6. David N. MACKENZİE. Etnik Yapılanmada Kürt Dilinin Rolü.

7. Prof. Claude CAHEN. Osmanlılardan Önce Anadolu. Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

8. Prof. Dr. Osman TURAN. Doğu Anadolu Türk Devletleri. Boğaziçi Yayınları.

9. Cahit AKYOL. Türkler ile Kürtler. Gendaş Kültür Yayınları.


Osmanlılar Zamanında Diyar-ı Bekir


Evliya Çelebi 1655 yılında Diyarbakır’ı gezmiş, şehir ve eyalet hakkında değerli bilgiler vermiştir. Şehirdeki zanaatkarların çoğunun değilse de, önemlice bir kısmının Ermeni olduğu anlaşılıyor; Ancak Ermeniler kesinlikle eyalet nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuyordu. O tarihlerde Diyar-ı Bekir eyalet nüfusunun yalnızca %14’ü hristiyandı. Gerek kır gerekse kent nüfusu çok heterojendi; farklı dinlerden, çeşitli dilleri konuşan kesimler vardı; hem göçerler hem de yerleşik hayatı sürdürenler bulunuyordu. Gerek Evliya Çelebi, gerekse Katip Çelebi Diyarbakır’da Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe

ve Ermenice konuşulduğunu belirtir. Bunlara Süryanilerin ve Nasturilerin konuştukları çeşitli Arami lehçelerini, bir de Zazaca’yı ekleyebiliriz. Zazaca, daha çok Murat Nehri kıyılarında yaşayan bir kesimin konuştuğu arkaik İran dili olarak karşımıza çıkıyor.


Eyalet Müslüman nüfusunun çoğunluğu 1655 yılında Kürt’tü ama Diyarbakır merkez (Amid) ve başka şehirlerde ana dili Türkçe olan kalabalık bir kitle vardı. Diyarbakır’da konuşulan Türkçe, Azerbaycan Türkçe’sine yakın bir ağızdı. Evliya Çelebi’nin Diyarbakır ağzına örnek olarak aktardığı pasajda yer alan pek çok kelime bugün de kullanılır ve bu kelimelere başka yerlerde rastlanmamıştır. Bu bölgede Türkler Hanefi, Kürtler Şafii’ydi, Kürtlerin küçük bir bölümü de Yezidi idi. 18. yüzyılda bölgeyi gezen İran’lı seyyah Zeynelabidin Şirvani ise şunları yazmıştır: ‘’ Şehir (Diyarbakır) civarındaki köy ve kasabalarda yaşayanlar Şafii Kürtler ve Ali-Allahiler (yani Aleviler’dir); ayrıca Hristiyanlar, Yezidiler ve Şiiler vardır. Aleviler ve Yezidiler devletin tutumundan dolayı inançlarını saklıyorlar.’’


Bugün Tunceli’de genellikle Zazaca ve Kürtçe konuşan Aleviler yaşamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi mezhebi olan Hanefllik, tabiiki bu taşra merkezinde de üstünlük

sağlamaktaydı. Üstelik şehrin (ama eyaletin değil) Müslümanları içinde Hanefiler çoğunluk oluşturuyordu. O tarihteki camilerin büyük çoğunluğu Hanefi camisi idi. Fakat Kürtlerin çoğunun mensup olduğu Şafii mezhebi, Diyarbakır’da resmi Hanefi mezhebine yakın güçlü bir konuma sahipti. Arapça konuşanlar arasında, ilk Müslüman fatihlerin torunları olduklarını iddia eden kesimler (bugün, uzun süre nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları Siirt dışında, büyük ölçüde asimile olmuşlardır) vardır.


Ermenilerin yanı sıra, Diyarbakır’da önemli bir Süryani cemaati ve daha küçük bir Nasturi cemaati bulunuyordu. Hristiyanlar, şehrin ekonomik hayatında da önemli bir rol oynuyordu. Bütün fırıncılar, kasaplar, bakkallar, çorbacılar ve kebabçılar Ermeni’ydi. Ayrıca darphaneyi, gümrükleri, hanları ve şehrin başka önemli ticaret merkezlerini Ermeniler işletiyordu. Gümüş ve altın işleyen kuyumcular ise Süryani idi.


Bölgede Yezidi ve Şemsiler’de yaşamaktaydı. Yezidilik, Şiiliğe karşı Muaviye ve oğlu Yezid tarafını tutan Şeyh Adi bin Musafir tarafından ortaya atılmış; ilk zamanlarda Sünnilik ile çelişmeyen fikirler ihtiva etmesine rağmen, Şeyh Adi ölünce bu şahısa tanrılık kisvesi müritleri tarafından verilmiş ve giderek İslam ile bağı kalmayan bir yol haline gelmiştir. Yezidilere, genellikle yanlış olarak şeytana tapanlar denir. Yezidilik, muhtemelen önceleri heterodoks bir Sünni mezhebiydi, daha sonra eski İran ve Anadolu dinlerinden güneşe tapınma ve reenkarnasyon (öldükten sonra başka birinin bedeninde yeniden doğmak) inanışı da dahil bir çok unsuru bünyesinde birleştirdi. Taptıkları Melek Tavus, şeytan olarak tanımlanabilir fakat Yezidilere göre O, Müslüman ve Hıristiyan inançlarındaki kötülüklerin kaynağı değildir. Yezidiler Kurmançi lehçesini konuşurlar, ancak bazı dindar Müslümanlar inanışlarından dolayı onları Kürt olarak kabul etmeyi reddetmektedirler. 17. yüzyılda Yezidi nüfusu kalabalıktı, fakat nüfusları fiziki baskı, zorla din değiştirme ve göçle azaldı.


Günümüzde dört önemli Yezidi topluluğu bulunmaktadır; Halep’in kuzeybatısındaki Kürtdağı bölgesinde, Suriye-Irak sınırındaki Sincar dağlarında, Musul’un kuzeyindeki Şeyhhan bölgesinde ve güneybatı Kafkaslarda. Türkiye’de ise Urfa, Mardin ve Siirt’te az sayıda Yezidi yaşamaktadır. Şemsiler hakkında ise pek bilgi bulunmamaktadır. Ermeni tarihçi Siemon’a göre bunlar cumartesi günleri toplanır, karanlık çökene kadar içki içer, sonra da ayrım gözetmeden cinsel ilişkiye girmektedirler. Fakat bu olay, heterodoks gruplara yöneltilen çok sık bir suçlamadır. Osmanlı valilerinden biri bu törenlere son vermiş ve Şemsileri İslam’a veya Hristiyanlığa geçmeye zorlamış, Şemsiler de Süryani Hristiyanları gibi görünmeye başlamışlardır.


Diyarbakır şehir nüfusu 1650 yılı dolaylarında 50.000 civarında idi. 1870 yılındaki kolera salgınında şehir nüfusu yarı yarıya düşmüştür. 1878 yılında ise şehir nüfusu 10.655’e inmiştir. Bunun 5.010 ‘u Müslüman ve 5.645’i gayrimüslimdir. Diyarbakır eyaletinin 1880 yılındaki toplam nüfusu 471.462’dir ve bu nüfusun da %70’i Sünni Müslümandır. Eyalette Müslüman halklar içinde Kürtler en kalabalık olanıydı, fakat şehirde ise Sünni Müslüman nüfusun büyük bir bölümünü, belki de çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu.


Diyarbakır eyaletinde önemli bir göçer nüfus yaşıyordu. 1540 yılında Boz Ulus’a (Zülkadriye aşireti ve bazı küçük gruplar dahil) mensup 7.500 Türkmen hanesi sayılmıştı, bu da eyaletin toplam nüfusunun yaklaşık %10’una eşitti. Ayrıca Suriye çölündeki büyük (Arap) Tay aşireti ile daha küçük bedevi aşiretleri vardır. Ne var ki, 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde (1650 yılları) Boz Ulus konfederasyonu dağılmıştı ve Boz Ulus’u oluşturan aşiretlerin çoğu Diyar-ı Bekir’i terk ederek Batı Anadolu’ya ve İran’a gitmişti. Karacadağ’da kalan Karakeçili Türkmen aşireti ise yıllar içinde zamanla Kürtleşti. Türkmenlerin göçerlerinin bölgeyi terk etme nedenlerinin en önemlisi Şii Türkmen İran Safevi devletinin bölgeye saldırılar düzenleyip, bölgenin güvenliğini sarsmasıdır. Kürtler gibi güçlü aşiret yapıları olmadığı için, Sünni olan Türkmenler Batı Anadolu’ya, Şii olanları ise İran’a göç etmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da aşiret bağlarının güçlü bir birliktelik yaratmasından ötürü, şehir merkezlerinde çoğunluğu oluşturamamalarına rağmen bölge, otonom (özerk yapıdaki) Kürt emirleri tarafından yönetildiği için, Evliya Çelebi ‘’Seyahatname’’sinde bu bölgeden Kürdistan diye bahsetmektedir. Kırsalda yaşayan Türkmen göçer gruplar bu baskın aşiret yapısı ve güvenlikleri nedeniyle Kürtleşmeye başlamıştır.


Evliya Çelebi Diyarbakır’ı ziyaret ettiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik gerileme başlamış olmasına rağmen, Diyarbakır zengin bir kültür hayatı yaşıyordu. Bu da Osmanlılardan önce bölgede hakimiyet kuran ve bir ara başkentleri de olan Diyarbakır’a Artukoğulları ile Akkoyunlular’ın şehire mimari ve ekonomik damgasını vurmasından kaynaklanmaktaydı. Bu iki Türk hanedanı döneminde de Diyarbakır’da bilim ve sanat büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme çoğu günümüze dek ulaşan, o dönemlere ait mimari eserlerin yanı sıra, kültürlü bir şehir elitinin varlığından da anlaşılmaktadır. Kale içindeki saray Artukoğulları’na, şehirdeki bir çok camii de Akkoyunlulara aittir. 16. yüzyıl Osmanlı valileri, 11.-15. yüzyıl arasında Diyarbakır’a hakim olan Türkmen beylerinin yerini alınca mimari eserler yaptırma işin de üstlenmişlerdi. Osmanlı valilerinin yaptırdıkları eserler, şehirdeki Osmanlı damgasının kaynağını teşkil etmeye başlamıştır.


Evliya Çelebi, Diyarbakır’ı şöyle anlatır: Diyarbekir şehri Osmanoğlu ülkesinde öyle bir yerdir ki, Hz. Yunus’un hayır duasının bereketiyle yaratılmış olan her cinsle doludur. Ama halkının çoğunluğu Türkmen, Kürt, Arap ve Fars’dır. Reayası ve berayası Ermeni olduğundan dolayı Ermeni diyarı da sayılır. Kalesi Şat Nehri (Dicle) kıyısında olduğundan ve Fırat ile Şat Nehri arası ‘’Dicle adası’’ (Mezopotamya) kabul edildiğinden ‘’Dicle Adası’’ndan sayılır. Suyunun ve havasının tatlılığından dolayı, halkı gayet zeki, çocukları gayet akıllı ve soyludur. Bütün halkı Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve Ermenice konuşur. Bütün halkı Müslüman ya da bir kitaba inanan temiz, inançlı, tevhid ehli ve dindar insanlardır. Kadınları arasında Rabia-i Adevviye düzeyinde son derece namuslu, dindar ve güzellik sahibi olanları vardır. Doğrusu Diyarbekir’in kendisi taşlık yerdedir. Ama geniş vilayeti bakımlı, ovaları güzel ve amber kokulu toprağı insanlar arasında rağbet gören, mezraları çok, hayrat ve bereketi bol bir bakımlı şehirdir. Diyarbekir’de akan çeşmelerdeki su, Karadağ’daki Hamverat pınarından gelir, bu pınarın suyunun içimi çok güzeldir. İç kale içinde de bol su kaynağı bulunmaktadır.


Evliya Çelebi’nin örnek şiirinden 17. yüzyıl Diyarbakır Türkçe’sinin bir Azerbaycan Türkçe’si ağzı olduğu anlaşılmaktadır:


Migreb çağı Kavs bağından gelmişdim

Şeyh Matar’dan men pürçihli almışdım

Kör Muharrem gimi müflis olmışdım

Monla Mahmud gıçım derem mahkul mı?

Zeyni der Haci gel gel böyle etme

Kara körpide neyleyipsen gel gitme

O hürmeyi isidipdir isitme

Yandırıpdır içim derem mahkul mı?

Sekiz nügü miskineyi almışdım

Dam üstinde sittareyi görmişdim

Hazekile hatırına degmişdim

Heze bildim suçum derem mahkul mı?

Diyarbekrün bagla ile çakılı

Şatar gezengevi butum tut balı

Zeyni oğlanun o mirçite şakalı

Biter biter kırkam derem mahkul mı?


Kaynak: Martin Van BRUINESSEN. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim Yayınları.


Diyarbakır’ın Kürtleşmesi


Tarih kitapları Diyarbakır’ın Eylül 1515’de Osmanlı İmparatorluğu'na katıldığını yazıyor. Yani Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran’da karşılaşmasından hemen önce oluyor. Ondan önce Diyarbakır valisi Safevi Devleti tarafından atanırmış. Yani Diyarbakır Türkmen Safevi Devleti’ne idare olarak bağlı imiş. Erzincan valisi gibi Diyarbakır valisi de Erdebil’den atanırmış.


Diyarbakır’ın Kürtleşmesi Osmanlı ile birlikte olmuştur. Doğan Avcıoğlu, ‘’Türklerin Tarihi’’ adlı kitabında Çaldıran Savaşı’nı Şah İsmail yani Türkmenler kaybettiği için Doğu Anadolu Kürtleşti. Şah İsmail yani Safeviler kazansaydı Doğu Anadolu ve dolayısiyle Diyarbakır Türkleşirdi. Çünkü İdrisi Bitlisi ‘’Kürt Ağaları, aşiret reisleri ve Kürt şeyhleri Osmanlı-Safevi Savaşı’nda Osmanlı’nın yanında yer aldılar. Karşılığında da Doğu Anadolu’yu adeta aldılar’’ demektedir.


Sosyolog Ziya Gökalp Kürt aşiretleri üstüne yaptığı araştırmasında Diyarbakır’ın Kürtleşmesi üstünde de duruyor. Diyor ki; “Diyarbakır şehrinde oturan ahali ta Selçukiler, İnaloğulları ve Artukoğulları zamanından beri Türk’tür. Sonradan Harzem Türkleri, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri de gelerek bu Türklüğü artırmıştır.”


Gökalp bu yazdıklarının ardından şehirdeki tarihi eserler, camiler, kitabeler, şairlerin divanları, halkbilime ait masallar, şarkılar, darbımeseller ve şehrin tarihi ile ilgili tüm veriler Diyarbakır’ın Türk kimliğini ele veriyor diyor. Arkasından da; Diyarbakır’daki hars en zengin Türk harsıdır, diyor. Diyarbakır’ın lisanı, ahlakı ve adetinin de Türklüğünü gösterdiğini iddia ediyor.


Ziya Gökalp; “Bütün Karadeniz ahalisine Laz, bütün Suriyeliler’e ve Iraklılar’a Arap, bütün Rumeli halkına Arnavut dedikleri gibi, bizim gibi Vilayeti Şarkiye ahalisinden bulunanlara da Kürt milliyetini izafe ettiklerini gördüm” diye bir ön tesbit yaptıktan sonra; “o zamana kadar kendimi hissen Türk sanıyordum.” ‘’Ama gerçeği görmek için Türklüğü de Kürtlüğü de inceledim. Diyarbakır’da ana dil Türkçe olduğu halde her fert biraz Kürtçe de bilir. Dildeki bu ikili yapı nereden ileri gelebilir. Ya Diyarbakır’ın Türkçesi bir Kürt Türkçesiydi, veya Diyarbakır’ın Kürtçesi bir Türk Kürtçesiydi. Dil üstüne yaptığım araştırmalar Diyarbakır’ın Türkçesi’nin Akkoyunlu, Karakoyunlu Türkleri’ne özgü Azeri lehçesi olduğunu gördüm’’ diyor. ‘’Bu dilde hiçbir yapaylık yok’’ diyor. Bu Türkçe Kürtler’in bozduğu bir Türkçe değildir, sonucuna varınca Diyarbakırlılar’ın konuştuğu Kürtçe’nin suni olduğunu söylüyor. Bu şivenin Türk Kürtçesi olduğu tesbitini yapıyor. ‘’Diyarbakırlılar’ın Türk olduğuna ilişkin en önemli delil dildir’’ diyor.


Ayrıca Diyarbakırlılar’ın bu dili Kürtlerle konuştuğunda kullandıklarını, kendi aralarında sadece Türkçe konuştuklarını yazıyor. ‘’Diyarbakır’lı konuştuğu bu Kürtçe’deki boşlukları ise Türkçe ile doldurur’’ diyor. Gökalp, Diyarbakırlılar’ın Türk olduğuna ilişkin önemli bir bulgu olarak da mezhep meselesini görüyor. Diyor ki Diyarbakır’ın hakiki yerli halkı Hanefi’dir. Kürtler ise Şafiidir. Kürtlerden başka Şafii yoktur. Türkler’in ise çoğunluğu Hanefidir. Sosyolog Gökalp bu tesbitlerinden sonra şu sonuca varıyor: “Bu alametler bana Diyarbakır’ın Türk olduğunu gösterdiği gibi, babamın iki dedesinin bir kaç batın evvel Çermik’ten yani bir Türk muhitinden geldiklerine nazaren ırken de Türk neslinden

olduğumu anladım” diyor. Ama ardından milliyetin esas olarak alınan terbiyeye ilişkin olduğunu da sosyolojik incelemelerimle öğrendim diye ekliyor.


Gökalp’in bu satırlarını okuyunca Abdullah Öcalan’ın Ziya Gökalp’in tesbitlerine çok benzeyen ifadelerini anımsadım. Onları sizlerle paylaşmak isterim. Halbuki; Ziya Gökalp bizde Türkçülük tezinin önemli bir ismi hatta babası sayılır. Türk deyince “öcü” görmüş olanlar Ziya Gökalp’e pek itibar etmezler. O’nun sosyologluğunu da yok sayarlar. Kürt Meselesi, Kürt Tezi v.s. denilince de bu kavram adeta Abdullah Öcalan ile özdeşleşmiştir. Ama Abdullah Öcalan’ın 1988-1989 yıllarında yazdıkları ile Ziya Gökalp’in 1920’li yıllarda bu kitaba yaptığım aktarmalara ne kadar benzediği görülebilinir. İşte Abdullah Öcalan’ın konu ile ilgili yazdıkları:


“Benim meselem bir Kürtçülük icat etmek değildir. Benim ana tarafım Türk. Benim anam Türk’ten çok, Türkmen’e benzer. Dikkatli bir değerlendirmeci bunu anlar. Ama ben şunu tesbit ettim ki; ben çocuk yaşta diyordum; “Keşke Türk filan doğsaydım. Anam-babam Kürt değil de Türk olsaydı diyordum kendi kendime. Böyle anılarımı hatırlıyorum.” Burada Öcalan da Türk olma özlemi olduğunu öğreniyoruz.


Gökalp’te kendi kimliğini nasıl keşfettiğini anlattıktan sonra; “Mamafih dedelerimin bir Kürt yahut Arap muhitinden geldiğini anlasaydım yine Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmeyecektim. Çünkü, milliyet yalnız terbiyeye istinat ettiğini de içtimai tetkiklerimden anlamıştım” diyor.


Ziya Gökalp’in Diyarbakır ve yöresi ile ilişkin aşiretlerin Türk vurgusunun bazı okuyucuları kaygılandırdığını düşünerek şimdi aynı konu ile ilgili olarak Abdullah Öcalan’dan yakalanmadan önce yazdığı kitaptan yaptığı saptamaları okumak istiyorum: “Selçuklu tarihini inceleyin Kürt ve Türk beylikleri iç içedir. Daha başka örnekler de verebilirim. Karakoyunlular, Akkoyunlular, Artukoğulları Kürt coğrafyası içerisindedir ve çoğu Kürt onu kendi beyi sanır ve bazı Kürt beylikleri de Türkmen boylarının beyidir. Bu kadar iç içelik vardır.”. Abdullah Öcalan’ın bu yazdıklarının Ziya Gökalp’ın yazdıklarından bir farkı var mı? Örnek verilen beylik isimleri bile aynı. Okumaya devam edelim.


“Bir çok Türk beyinin Mardin’de, Diyarbakır’da, Ahlat’da, Erzurum’da kurduğu beylikler var. Hepsinin içinde Kürt-Türk karışmıştır ve işin ilginç yanı, bir çok Türk boyu Kürtleşmiştir. Örneğin Karakeçililer, bugün Karacadağ eteklerinde yaşıyorlar, hepsi de benden daha fazla Kürt ve hiç Türkçe bilmezler. Karakeçililer aslında bir Türkmen boyudur, buna benzer bir çok boy var.”


Abdullah Öcalan’ın bu yazdıklarının daha önce okuduğunuz Ziya Gökalp’in yazdıklarından bir farkı yoktur. Üstelik örnek verilen aşiret isimleri bile aynı. Yani Abdullah Öcalan da bu konuda Ziya Gökalp’in saptamalarını tekrarlamaktan başka bir şey yapmamış.


Kürtler konusunda araştırma denilince ilk akla gelen isimlerden Dr. İsmail Beşikçi'nin de yukarıdaki tespitleri Ziya Gökalp’i doğruluyor. Diyor ki; “Uzun asırlar içerisinde Kürtler tarafından asimile edilmiş Türkler’in de varlığından” söz etmek gerekir.


Kaynaklar :

1. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, c. s. 2401.

2. Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Üzerine Sosyolojik Tetkikler, s. 124.

3. Ziya Gökalp, a.g.e, s. 124.

4. Abdullah Öcalan, Kürt-Türk İlişkileri Üzerine Barış ve Demokrasi Konuşmaları (1988-1999) İstanbul,

1999, Aram Yayınları, s. 102, 105, 128 v.s.

5. Ziya Gökalp, a.g.e, s. 124.

6. Abdullah Öcalan, a.g.e.

7. Abdullah Öcalan, a.g.e.

8.İsmail Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskanı, sh. 143, İstanbul, 1977.

Yazan: Cemal ŞENER. Aleviler'in Etnik Kimliği. Etik Yayınları.


Kürtler Anadolu İçin Türkleri Bekledi


Türkiye Balkanlar’dan Yemen’e, Cezayir’den Kırım’a uzanan bir imparatorluğun parçalanmasıyla ortaya çıkmış bir ülkedir. Bu hanedanı ve hâkim zümresi Türk olan bir imparatorluktu; fakat uzun süre hâkim zümre imparatorluğu Dar-ül İslâm, kendisini de Müslüman olarak tanımladı. Bu sebeple bir Türkmen beyliğinden doğan bu imparatorlukta zaman içinde Türk olmayan Müslümanlar da hakim zümreye dahil oldular. Hatta Hanedan nezdinde çoğu zaman Boşnak, Arnavut, Çerkez, Abaza, Kürt gibi etnik unsurlar Müslüman anâsır Türklerden daha üstün tutuldu. Bu kökenlerden gelip yönetici sınıfa dahil olanlar kendilerini Müslüman ve Osmanlı olarak görürken, halk arasında da farklı etnik Müslüman gruplar kendilerini Türk’le bir ve eşit olarak imparatorluğun hâkim zümresine dahil hissettiler. Bununla beraber tarihî gelişim, kültürel, askerî üstünlük ve nüfus dengesi sonucunda imparatorluk her zaman Türk kaldı. Resmî dil ve imparatorluk içindeki ‘’ortak dil-lingua franca’’ hep Türkçe oldu, bürokrasinin üst katmanının hemen tümüyle devşirmelerin elinde olduğu 15. asrın ikinci yarısı da dahil olmak üzere bürokrasinin ve ordunun ezici çoğunluğu hep Türk oldu. Ayrıca bazı fanatik Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi Osmanlı hâkim sınıfının Türk olduğunu unutması, hatta Türklüğü aşağılaması da söz konusu değildi. Osmanlılar Türk olduklarının bilincindeydiler; zaten imparatorluktaki bütün diğer etnik gruplar dahil olmak üzere bütün dünya onlara Türk, devletlerine Türk İmparatorluğu derken bunu bilmemeleri veya Türklüğü hakaret kabul etmeleri mümkün olamazdı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bazı aydınların tepkisel Osmanlı karşıtlığı sonucunda sürekli olarak bazı Osmanlı tarihçilerine ait “Etrak-ı bîidrak-anlayıştan yoksun Türk” gibi Türkleri aşağılayan ifadelerini zikredip Osmanlı ideolojisinin Türk düşmanı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Halbuki bu ifadelerin bağlamına bakılırsa bunların daima Safevî taraftarı Türkmen ayaklanmalarına, Celâli isyanlarına katılanlar için kullanıldığı görülecektir. Birçok Osmanlı kroniğinde çok daha fazla sayıda Türkleri öven ifadeler de vardır. Dolayısıyla “Etrak-ı bîidrak” edebiyatı çarpıtmadan başka bir şey değildir.


Ancak Osmanlının klasik devrinde bilinçli, siyasî bir Türkçülük de elbette yoktu. Milliyetçilik ideolojisinin olmadığı bu dönemde Osmanlı kendisini ancak ‘’Müslüman’’ olarak tanımlayabilirdi. 19. yüzyılda din birliğinin de önemli katkısıyla Batı’dan gelen milliyetçilik düşüncesi gayrimüslim Osmanlı uyrukları arasında hızla yayıldı. Bu düşüncenin etkisinde başlayan ayrılıkçı hareketlerin çoğu Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın çok önemli desteğiyle başarıya ulaştı, ve 19. yüzyıl içinde İmparatorluktan kopan geniş topraklarda birçok yeni Hıristiyan devleti kuruldu. Ancak Batılı emperyalistlerin derdi birilerini özgürleştirmek değil, Osmanlı coğrafyasına hâkim olmaktı; bu yüzden kışkırtmalar bu noktada durmadı. Önce Ermeniler gibi yaşadıkları yerlerde nüfusça azınlıkta kalan Hıristiyanları kışkırttılar, daha sonra Araplar, Kürtler gibi Müslüman kavimlere yöneldiler. Bu tablo karşısında İmparatorluğun ağırlıkla Türk olan yönetici zümresi de Türk milliyetçiliğini keşfetti. Yönetici elit içindeki diğer kökenlerden gelen Müslümanlar da derhal Türk oldular. 20. yüzyıl başında artık bu zümrenin hedefi İmparatorluğun ağırlıklı olarak Türk nüfusla meskûn toprakları üzerinde bir millî Türk devleti kurmaya dönüştü.


Bu uzun ve kanlı süreçte bu hedefe karşı çıkan Hıristiyan azınlıkların çoğu ülkeden tasfiye ve tard edildi. Anadolu’nun güneyinde Türklerle oldukça net bir etnik sınırla ayrılan, çok köklü bir kültüre ve tarihe sahip, ve Atlas Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir dünyanın parçası olduklarının bilincinde olan Arapların bu millî devlete katılması söz konusu olamazdı. Emperyalizmin dahli olmasa da onlarla el sıkışılacak ve yollar ayrılacaktı. Arnavutlar Balkan Savaşıyla İmparatorluktan coğrafî olarak kopunca zaten bağımsızlık bir zorunluluğa dönüşmüş, Türklerin Arnavutlarla bir hesabı kalmamıştı.


İmparatorluktan millî devlete geçişte yeni devletin sınırları içinde kayda değer nüfusa ve coğrafî dağılıma sahip Türk olmayan tek bir etnik grup kalmıştı: Kürtler.


1927 nüfus sayımına göre Türkiye'nin nüfusu 13.648.270, anadili Kürtçe olanların sayısı ise 1.350.347'dir. Bu etnik grubun bazı unsurlarının 1925-1937 arasında bir dizi isyana kalkıştığını, yaklaşık 40 yıllık bir sükûnet devresinden sonra yine bazı kesimlerinin 1970’lerden günümüze kadar süren bir ayrılıkçı terör hareketine destek verdiğini, buna karşılık bu etnik grubun ana kitlesinin Türkiye toplumuyla entegrasyonunun derinleşerek devam ettiğini biliyoruz.


Osmanlı yönetici zümresi millî devlet kurmaya yönelirken neden büyük bedeller ödemeyi göze alarak Kürtlerin bu devletin içinde yer almasında ısrarcı olmuş, daha doğrusu bunun aksini bir an bile düşünmemiştir?


Öte yandan, Mütareke yıllarında Binbaşı Noel’lerden başlayan, son dönemde bütün Avrupa Devletleri, ABD ve Rusya’ya, bir dönem Suriye gibi komşu ülkelere kadar yayılan çok geniş uluslararası desteğe ve kışkırtmaya rağmen, 34 bin kişinin hayatına mal olan kanlı bir mücadeleye rağmen neden hiç bir zaman halk arasında etnik bir nefret ve çatışma ortaya çıkmamış ve entegrasyon hep derinleşerek sürmüştür?


Yukarıdaki kısa tarihî değinmelerden anlaşılacağı üzere Kürtlerin Türklerle ilişkisi başlangıcından beri çok özel olmuştur. Kürtler, Arnavutlar ve Boşnaklar gibi Osmanlı fetihleri sonucunda Müslümanlaşmış bir halk değildir. Öte yandan Kürtlerin yaşadığı topraklarının Arap toprakları gibi Türkler tarafından fethedildiği de söylenemez. Ayrılıkçı tarihin sloganı olan “Kürdistan’ın Türklerce işgali, sömürgeleştirlmesi” diye bir olay tarihte vuku bulmamıştır. Bu iddialar hayal ürünüdür. Anavatanı İran’ın batı sınırı boyunca uzanan Zağros Dağları olan Kürtler İslâm fetihleriyle Güneydoğu Anadolu’nun doğusuna kadar ilerlemişlerdi. Fakat Arap-Kürt karışımı Müslüman ordularının gücü Anadolu’da daha fazla ilerlemeye yetmedi. Alp Arslan Malazgirt’te Bizans ordusuyla karşılaştığında ordusunda yer alan 10 bin kişilik Mervanî askerinin bir kısmı Arap, çoğu Kürttü. Göçer hayvancı hayat tarzları Türklerinkine çok benzeyen, fakat Türklere göre daha az örgütlü ve daha düşük bir kültür düzeyinde bulunan Kürtler bu tarihten sonra Anadolu’da hep Türklerle beraber hareket ettiler. Anadolu’nun fethine Türklerle beraber katıldılar ve bu fetihler sayesinde Anadolu’daki coğrafî dağılımlarını çok büyük oranda genişlettiler. Kürt aşiretleri Selçukluların Moğol istilâsıyla yıkılmasının ardından (1300’ler) Doğu Anadolu’da Oğuz Türkleri’nin kurmuş olduğu Karakoyunlu Devleti (1380-1469) içinde yer aldı. Karakoyunlular göçer Kürt aşiretlerini ‘’Kara Ulus’’ adı altında, kendilerine tâbi bir boy olarak örgütlediler. Kara Ulus daha sonra Karakoyunluların yerini alan Akkoyunlu Devleti’nde (1378-1501) de yerini korudu.


Erzurum’un Hınıs, Bingöl’ün Karlıova ve Muş’un Varto ilçeleri arasında yer alan Bingöl Dağı Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yaylasıydı. Kendisine bağlı Kürtleri güneyden bu yaylalara Uzun Hasan getirdi. Otlukbeli Savaşı’yla (1473) Akkoyunlular Doğu Anadolu’dan silinince Osmanlı bu devletten geriye kalan Türkmen oymaklarını ‘’Boz Ulus’’ adıyla örgütlerken Kara Ulus’u da olduğu gibi devraldı. Rumeli’de ve Anadolu’da boş kalan toprakları şenlendirmek veya Hıristiyan nüfusa karşı denge sağlamak için Türkmenlerle beraber Kürtleri de iskân etti. 18. asırda tarım alanlarını genişletip

vergi gelirlerini arttırmak amacıyla başlatılan geniş kapsamlı göçebe iskânı hareketinde de birçok Kürt aşireti yerleştirildi. Böylece Müslüman Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Diyarbakır’ın doğu ve güneyine kadar ilerleyebilmiş olan Kürtler kuzeyde Ardahan’a, batıda Sivas’ın doğusuna kadar uzanan bir coğrafyaya yayılma imkânı buldular. Ardahan Kürtleri, Uzunyayla Avşarlarıyla beraber 1828 Rus savaşından sonra bölgeye iskân edildiler ve kaynaştılar. Bugün Ardahan’daki Kürtçe konuşan fakat “Biz Avşarız” diyen, ‘’Avşar’’ soyadı taşıyan ahali bunların torunlarıdır. Konya’da İnevi adlı bir köy olan Cihanbeyli, Sultan Abdülaziz’in doğudan getirdiği Cihanbeyli aşiretini iskân etmesiyle gelişerek bir kasaba oldu.


Bu tür örnekler sayısızdır. Alevî Kürt ve Zazaların cemlerinde aynen Türk Alevîler gibi Türkçe deyiş ve gülbanklar (eskiden yeniçerilerin ulufe aldıklarında hep bir ağızdan makamla söyledikleri dua ya da kimi dergâhlarda hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua, söylenen ilahi ya da içilen ant) okumaları da bu gruplardaki Alevîliğin Türk kökenli olduğunu, ayrıca çoğunun Türkmenlerle karışmış, iç içe geçmiş olduklarının göstergesidir. Bu örnekleri sonsuz sayıda çoğaltmak mümkündür. Anadolu’da Türklerle Kürtler ve Zazalar tarihte örneğine az rastlanacak ölçüde iç içe geçmişlerdir. Bu coğrafî olarak da böyledir. Türkiye’de etnik olarak homojen geniş bir Kürt coğrafyası da yoktur. Doğunun en doğusunda Ahlat, Âdilcevaz ve Erciş Selçuklulardan bugüne kadar kesintisiz olarak gelen Türk şehirleridir. Son göç hareketleri başlayana kadar Van da öyleydi.


Ya Diyarbakır? Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı... Bunların hepsi Türk olmaya çalışan Kürtler miydi? 1950’lere kadar suriçi Diyarbakır’da nüfusun çoğu Türkçe konuşuyordu. Bu kadar Diyarbakır türküsünü TRT uydurmadı ya... “Kürdistan’ın başkenti” ilân edilmek istenen Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesi de Türkmen. Haydi Çüngüş kuzeybatıya doğru kalıyor; ya Diyarbakır’ın güneydoğusundaki Bismil ve Çınar ilçelerinin Alevî Türkmen köyleri? Doğuda güneydoğunun en ucu dışında Türklerin asırlardır yaşamadığı hiç bir il yok. Etnik Türk bulunmayan en uç bölgede de Kürtler dışında Süryanîler ve Araplar var. Birbirlerinin dillerini anlayamayan, Türkçe anlaşmak zorunda olan,

fakat bölücülerin nedense Kürt saydığı Zazaları da Kürt kabul etsek bile tablo böyle. Bu tablo içinde Türkiye’yi kuranlar hiç bir zaman Kürtlerin Türklerden ayrılabileceğini düşünmedi ve bunu istemedi. Kürt her zaman Anadolu Türk’ünün kardeşi ve ayrılmaz parçası olarak görüldü. Bu 1000 yıllık beraberlik ve kaynaşmanın doğal sonucuydu.


Unutmayalım ki Türkler, bilinen tarih içinde, Anadolu’ya 700’lü yıllardan itibaren Göktürk Yazıtlarıyla, Divan-ı Lûgat-it Türk’le, Ahmet Yesevi ve daha niceleri ile gelirken modern döneme kadar Kürtçenin başlıca yazılı edebiyat eseri ancak 17. asırda yazılmış olan ‘’Mem u Zin’’di.


Türk Ötüken’den, Yenisey, Orhun-Selenga kıyılarından, Tuva’dan, Hakasya’dan, Altay’dan, Yakut’tan devlet kura kura yaklaşık 300 yıl içinde Anadolu’ya ulaşıp Bizans’ın yerini alırken, Kürt Fırat’ın ötesine geçebilmek için 300 yıl Türk’ün Anadolu’ya gelmesini beklemiştir.


Millî devletler çağında elbette bu iki farklı tarihin sonucu farklı olacaktır, olmalıdır. Marx ve Engels de her kavmin millet-ulus olamayacağını iyi bilirlerdi. Bu yüzden Avusturya ve Rusya otokratizmini güçlendireceği için küçük Balkan kavimlerinin ayrılıkçı hareketlerine karşı çıkmışlar, Balkanlarda Osmanlı egemenliğini desteklemişlerdir. Engels’in bu konuda Doğu Avrupa bağlamında yazılmış “Tarihsiz Halklar Sorunu” diye bir makalesi de vardır. Bolşeviklerin “Bütün halklara özgürlük” ilkesi ise teorik temeli sağlam olmayan, Çarlığa karşı ''Rus olmayan kavimleri yanlarına çekmek'' için ortaya attıkları bir slogandı. İktidara geldikten sonra bunu kendilerinin ne kadar uyguladıklarını da Sovyetler Birliği dağılınca herkes gördü.


Kaynak: Selim SOMÇAĞ. www.selimsomcag.org


Kürtlerde Dil


Büyük doğubilimci ve Kürt uzmanı Vladimir Minorsky, özellikle Pamirler gibi diğer bir dağlık bölgenin yerlileri tarafından konuşulan birbirlerinden çok farklı İran dillerinin zengin çeşitliliğiyle kıyaslandığında, (Zaza ve Gurani dilleri hariç tutulmak kaydıyla) çeşitli Kürtçe diyalektlerinin birbirlerinden belirgin farklılıklarının altında kayda değer bir birlik olduğunu iddia eder. Buradan yola çıkarak Kürt dilinin temeldeki birliğinin, büyük ve önemli bir topluluk tarafından konuşulan tek bir dilden geldiği sonucuna varır ve bu topluluğun da (aslında Kürt milliyetçilerinin de ataları olarak gördükleri) Medler (MÖ 678) olabileceğini söyler.


David N. MacKenzie Kürtçe diyalektlerinin az sayıda da olsa ortak kimi özelliklerinin olduğunu kabul eder, ancak diğer İrani dillerle de ortak kimi özelliklerinin bulunduğunu belirterek Minorsky’nin görüşünü eleştirir. MacKenzie’ye göre Kürtçe’nin temel özellikleriyle diğer İrani dillerle arasında sistematik bir karşılaştırma, Kürtçe’nin bir dizi önemli farkından dolayı Med dilinden ayrıldığını göstermektedir. Kürtçe’de güçlü bir güneybatı İrani dil etkisi görülmektedir, oysa Med dili özellikle bir kuzeybatı İrani dilidir. Kürtlerin yaşadığı bölgenin kuzeybatı ve güneydoğu uçlarında konuşulan iki akraba İrani dil olan Zazaca ve Gurani kesin bir şekilde kuzeybatı İrani dil ailesindendir ve Kürtçe’nin

kuzey (Kurmanci) ve güney (Sorani) diyalektleri arasındaki farklılıklarının çoğu Gurani’nin Sorani diyalekti üzerindeki kayda değer etkisine bağlıdır. MacKenzie’nin, Minorsky’i olduğu kadar Kürt milliyetçi ideologlarını da hedef alan mesajı, Kürtlerin ortak kökenlere ve temel kültür birliğine sahip olmadıklarıdır.


Milliyetçilerin Kürt ulusu olarak adlandırdıkları nüfusun içinde büyük kültürel farklılıklar bulunur. Bazı milliyetçiler, akraba diller konuşan Lur ve Bahtiyari’leri de bu nüfusun içine dahil etmektedirler. Bu gruplar geçmişte zaman zaman Kürt olarak tanımlanmış olsalar bile, şu anda kendilerini Kürt kabul etmemektedirler. Diğer tarafta Gurani ve Zazaca konuşanlar, uzun yıllar boyunca kendilerini Kürt saymış ve Kürtçe konuşan komşuları ve Türk, Arap ve yabancı otoriteler tarafından, Kürt olarak kabul edilmişlerdir. Hem de dillerinin (Zazaca’yı öğrenmek için kayda değer bir çaba sarfetmiş olanlar dışında) ana dili Kürtçe olan komşuları tarafından anlaşılamamasına rağmen.


Kürtçe’nin ana diyalekt grupları olan Kurmanci ve Sorani diyalektlerini konuşanlar, bir diyalekti konuşanın diğerini kolaylıkla öğrenebilmesine rağmen, karşılıklı olarak birbirlerini anlayamazlar. Gerçekte bu ana diyalektlerde de büyük farklılıklar vardır, öyle ki farklı bölgelerden gelenler, diğerlerinin Kürtçe’sini eksiksiz bir biçimde anlayamadıkları için birbirleriyle Türkçe, Farsça veya Arapça konuşmayı tercih edebilmektedirler.


Irak Kürdistan’ın Kurmanci lehçesi konuşulan kuzeyiyle (Bahdinan), Sorani lehçesi konuşulan güneyi arasındaki derin ekonomik ve kültürel farklılıkları görülür. Bahdinan bölgesi ekonomik olarak geri kalmıştır ve aşiretlerin güçlü egemenliği altındadır, güneydeki bölgeler ise daha şehirleşmiştir; eğitim düzeyi ve ekonomik gelişmesi daha yüksektir ve bu durum aşiretlerin rolünü daha az önemli kılmaktadır. Irak’ta, Sorani Kürt Lehçesi resmi statüye sahiptir ve bir edebiyat ve eğitim dili olarak desteklenmektedir. Oysa Kurmanci lehçesi ihmal edilmiştir ve Bahdinan’da eğitim dili Arapça ya da

Sorani lehçesidir. Kuzey Irak’daki Kurmanci lehçesi konuşan aşiret lideri Barzani ile Sorani lehçesi konuşan entellektüel Süleymaniye’li Talabani arasındaki çekişmenin de ana kaynağı budur.


Kürtlerde Din


Kültürün bir başka temel unsuru olan din de Kürtleri birleştirmekten ziyade ayırıyor gibi görünmektedir. Dini yükümlülüklerin detayları hususunda Şafii mezhebine bağlı olan Sünni Müslümanlar çoğunluktadır. Fakat (İran ve Irak’ın bir kısmını içeren) güney ve güneydoğu Kürt bölgelerinde de büyük miktarda Oniki imam Şiiliğini benimsemiş Müslüman (Caferi) yaşamaktadır. Bu Şii Kürtler, kuzeybatı Kürt bölgelerinin Alevi Kürtleri ile karıştırılmamalıdır. Aleviler de Ali’ye ve diğer onbir imama saygı gösterseler de, genel olarak Ortodoks İslam’daki dini esaslara ait yükümlülükleri kabul etmezler.


Aleviler, Sünnilerinki kadar Şiilerinkine de uzak, kendilerine özgü dini ritüellere sahiptirler. Türkiye’deki Alevilerin içinde Alevi Kürtler sadece bir azınlıktır ve kendilerini Sünni Kürtlere değil Türkçe konuşan dindaşlarına daha yakın hissederler. Aleviliğe benzer bir başka din de Ehl-i Hak dini veya (Irak’da adlandırıldığı şekilde) Kakai’dir. Ehl-i Hak inancına sahip olanların çoğunluğu bu inancı, Şii İslam’ı içinde ezoterik bir mezhep olarak olarak görmektedir, fakat bu inanışa sahip olanların bir kısmına göre de bu inanç apayrı bir dindir. Ayrıca Ortodoks İslam’dan daha da uzak olan Yezidi dini vardır; bu din bir zamanlar orta ve kuzeybatı Kürt bölgelerinde hayli yayılmış ancak, şu anda Irak ve Ermenistan Cumhuriyeti’ndeki küçük alanlarda ve Suriye ve Türkiye’de daha küçük bölgelerde sıkışmış durumdadır. Bölgenin sayıları gün geçtikçe azalan Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri, bazıları ilk dil olarak Kürtçe’yi kullansalar da, Kürt olarak kabul edilmemektedirler.


Türk-Kürt Ayrılık Başlangıcı


Sultan II. Mahmut zamanına (1808-1839) kadar, Kürt aşiretleri, Kürt emirleri tarafından devletten yarı özerk bir biçimde yönetiliyordu. Genellikle emirler bölgelerindeki aşiretler arasında bir denge sağlayabiliyorlardı.


II. Mahmut söz konusu Kürt bölgelerini merkezin denetimi altına aldı. Emirliklerin feshedilmesinden sonra aşiretler arası çatışmalar çoğaldı, hırsızlık, eşkiyalık ve yağma gibi olaylar arttı. Önceleri Kürt emirleri tarafından idare edilen bölgelere yerleşen şeyhler, aşiretler arası aracılık işlevlerini üstlendiler.


Aşiretler üzerinde siyasi etkinliği olan şeyhler vardı, fakat bir emirin bulunduğu yerde onun otoritesi şeyhin gücünü aşmaktaydı. Emirlerin ortadan kalkması, şeyhlerin artan etkinlik nedenlerinden biri olmuştur. Bununla beraber, belki de bundan önemli bir sebeb daha vardı: Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında giderek artan gerginlik. Bugünkü Kuzey Irak’ta ve Türkiye’nin doğusundaki Kürtler arasında büyük Hıristiyan azınlıklar yaşıyordu: Ermeniler, Nasturiler ve Süryaniler. Bunlar genellikle kendilerini Kürtlerle aynı safta görmezlerdi ama ilişkileri barışçıydı. Osmanlı toplumsal reformları, Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerin Hıristiyan toplulukları içerisinde daha özgürce çalışabilmelerine imkan vermişti. Hem Kürtler, hem de Hıristiyanlar bu misyonerlere Hıristiyan güçlerin yerleşik Hıristiyanları kollamaya, Müslüman üstünlüğünü tehdit etmeye yönelik daha çok siyasi ve muhtemel askeri müdahalelerinin öncüleri gözüyle bakıyorlardı. Avrupalıların bu desteğinden cesaret alan Hıristiyan çiftçiler (özellikle Ermeniler) Kürt toprak sahiplerine geleneksel toprak vergisini vermeyi reddedince ilk çatışmalar çıktı. Kürtler ve Hıristiyan komşuları arasındaki ilişkiler gitgide daha düşmanca bir hal alıyordu. Ermeni milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve bağımsız bir Ermenistan hakkındaki söylentiler gerginliğin artmasına katkıda bulundu. Gerginlik ve çatışmalar farklı dinlere mensup topluluklar arasında meydana geldiğinden, Kürtlerin dini önderlerin arkasında toplanması çok doğal bir gelişme sayılmalıdır. Bazı şeyhler İslam’ın güç kaybetmesi karşısında endişeye kapılıyor, bazı dini çatışmaları siyasi etkinlik ve güç kazanmak için akıllıca kullanıyorlardı. Böylece, Kürt emirlerinin 1800’lü yılların başlarında ortadan kaldırılması sonucu, aşiretleri birleştirici unsur olarak ‘’şeyhler’’ devreye girmiş, ayrıca bölge Hıristiyanlarının Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerce desteklenmesi sonucunda da, Müslümanların komşularını İslam’a tehdit olarak algılaması ve bunun neticesi olarak, Kürtlerin İslam dinine daha fazla sarılmasına yol açmıştır.


İlk olarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak isteyen Cizre’nin son emiri Bedirhan ile Şeyh Ubeydullah bu emellerini gerçekleştirmek isterken bile, padişah-halifeye bağlılıklarını bildirip, kuracakları devletin merkezinin İran’daki Kürt toprakları olacağını söylüyorlardı. Ayaklanmanın en ateşli günlerinin olduğu 1880 yılında bile Bedirhan, padişahın hükümranlığını kabul ediyordu. Aşiret Kürtlerinin çoğu bu tutumlarını Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dek sürdürmüşlerdir. Vilayet yönetimleri ile olan sorunlarına, hükümete karşı giriştikleri isyanlarına rağmen, padişahın meşruiyetini nerdeyse hiçbir zaman inkar etmemişleridir. Özellikle II. Abdülhamit’in panislamist düşünceleri olması ve bunu uygulaması nedeniyle, padişaha karşı Kürtler arasında büyük bir saygı ve sevgi vardı. II. Abdülhamit, halifeliği bir güç merkezi olarak çok iyi kullandı. Kürtler, ‘’halife-padişah’’ II. Abdülhamit’e ‘’Kürtlerin babası’’ adını vermişlerdi. Bu nedenle halifeliğin Kürtler için çok büyük önemi vardı ve Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki artan çelişkiler, büyük bir olasılıkla halife-padişaha olan bağlılık duygularını daha da güçlendirmiştir. Ama hiçbir zaman padişah ile hükümeti özdeşleştirmemişleridir.


Şeyh Ubeydullah (1826-1883) bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Ruslar’dan ve İngilizler’den yardım talep etti; bununla beraber padişaha hükümranlığını kabul ettiğini bildirmeyi de ihmal etmedi. Ordularını Osmanlı toprakları yerine İran Kürt bölgesine yönelterek, burayı devletin çekirdek bölgesi yapmayı düşünmesi, padişaha karşı takındığı tavrın çift yönlülüğünü açıkça gösterir.

Türklerle Kürtleri 1921 yılına kadar bir arada tutan en önemli bağ, Ermeni düşmanlığı idi. Çünkü Ermeniler, bazı yerlerde Kürtlerin bazı yerlerde de Türklerin çoğunluğunu teşkil ettikleri Osmanlı Türk toprakları üzerinde, bağımsız Ermenistan kurmak istiyorlardı ve Avrupalı Hıristiyan devletlerin yüreklendirme ve kışkırtmalarıyla böyle bir devletin kurulma ihtimali vardı. Bu ancak güçlü bir Türk-Kürt Müslüman ittifakı ile önlenebilirdi. Nitekim böyle de oldu. 1921 yılında Bolşevik Ruslarla Moskova Antlaşması imzalandı, Kars ve Ardahan Türkiye’ye bırakıldı. Böylece, artık Kürt bölgelerinin Ermenilerin eline geçmesi tamamen imkansız hale geldi ve Türklerle Kürtleri bir arada tutan en önemli nedenlerden biri böylece ortadan kalktı.


Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler ve Kürtler kendilerini her zaman için Hıristiyan ve Yahudi milletlerin karşısında, aynı Sünni-Müslüman milletin bireyleri olarak görüyorlardı. Etnik milliyetçilik her iki grubun eğitim görmüş kişileri arasında 20. yüzyılın başlarında yayılmaya başladıysa da, hiçbir zaman kitleleri etkileyememiştir. İstiklal Savaşı sırasında Türkler ve Kürtler her şeyden önce tehditkar Hıristiyan egemenliği karşısındaki direnişleri ve halife-padişaha ortak bağlılıkları sayesinde, birlikteliklerini koruyabilmişlerdi. Padişahın başlangıçta Kemalistlere karşı mücadele vermesi ciddiye alınmıyordu, çünkü genel olarak, galip müttefik güçlerin onu buna zorladıkları düşünülüyordu.


Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek, savaşın halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta Kemalistler, milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı. Kemalist yönetimin rayına oturmasıyla beraber, Ermeni tehlikesi ortadan kalktı ve bağlayıcı nitelikteki ikinci olgu, yani halifelik 1923’de Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ilk darbeyi yedi.


Ertesi yıl halifeliğin kaldırılması bir çok Kürt için şok oldu. Bölgesel sorunlara fazlaca karışan reformculara karşı duyulan şüpheler, Padişah Abdülhamit’in zamanınkinden az değildi. Denetimi tamamen reformcuların eline geçen devlet, bir çok Kürt’ün gözünde meşruluğunu yitirdi. Geleneksel İslami okulların kapatılması ve özellikle hükümetin başlattığı idare ve vergi reformları yeni rejime karşı olan hoşnutsuzlukları arttırdı.


Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonunda milliyetçilik rüzgarlarına kapılmayıp Ermeni tehdidi ve halifeye bağlılıkları nedeniyle Türkleri tercih eden Kürtler için artık isyanlara kadar varacak olan yol ayrımı başlıyordu.


Kaynak: Martin Van BRUINESSEN. Kürdistan Üzerine Yazılar. İletişim Yayınları.


Zazalar-1


Zazalar’ın Yaşadığı Coğrafya



Zazacanın üç ana lehçe grubu : Kuzey Zazacası (Alevi Zazalar) Merkezî Zazaca (Sünni Zazalar) Güney Zazacası (Sünni Zazalar)


Zazalar, nüfusu tahminen 2 milyon olan bir halk olarak Doğu Anadolu’nun Fırat ve Dicle su havzasında yaşarlar. Sükun ettikleri yer enlem 37,8°- 42° ve boylam 37,8°- 40° arası arasında yer alan bölgede, il olarak Doğu Sivas’tan Varto’ya, Gümüşhane’den Siverek’e kadar uzanır. Ağırlıklı olarak Tunceli, Bingöl, Erzincan, Elazığ, Kuzey Diyarbakır illerinde yaşarken, Kangal, Zara, Ulaş ve İmranlı (Sivas), Kelkit ve Şiran (Gümüşhane), Hınıs, Çat, Aşkale (Erzurum), Gerger (Adıyaman), Pötürge ve Arapkir (Malatya), Mutki (Bitlis), Sason (Batman), Sarız (Kayseri), Aksaray ilçelerinde de meskendirler. Bunun dışında İstanbul, Ankara, Bursa, Eskişehir ve birçok ilçeye göç etmiş Zaza mevcuttur. Almanya,

Avusturya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Fransa, İsveç, Danimarka gibi Avrupa ülkelerinde bulunan Zaza sayısı tahminen 200.000’dir. Çoğu Almanya’ya iş veya son yıllarda iltica etmek için yerleşmiştir. Cambul (Kazakistan) ve Batum (Gürcistan) bölgelerinde de 1944’te sürgün edilen Zazalar’ın yaşadığı söylenmektedir. Zazalar’ın nüfusu hakkında kesin bir bilgi mevcut değil, fakat tahminlere göre 2 milyon civarındadır.


Dil ve etniklik


Zazaca, Hint-Avrupa dil ailesinin İrani diller gurubun Kuzeybatı koluna dahildir. Beluçi, Gorani ve Sengseri dilleriyle Kuzeybatı kolunun Hyrkani (Gurgan) alt gurubunu teşkil etmektedir. Zazaca’nın diğer akraba olduğu diller arasında Talişi, Mazenderani, Semnani, Gileki, Tati, Herzendi, Kürtçe, Farsça sayılabilir. Gramer ve kimi önemli sözcükler açısından Zazaca’ya yakın olan diller Kuzey İran’da, Hazar Denizi kıyısında konuşulan dillerdir. Onun dışında Anadolu’da konuşulan Kurmanci-Kürtçesiyle yüzyıllarca ortak coğrafya paylaştığından dolayı bir dil yaklaşımı olmuştur.


Zazaca üzerine Türkiye’de, özellikle siyasette bir Kürt lehçesi olarak bilinen bir statüko mevcut. İrani dillerin dilbilim dalı olan İranoloji’ye göre ise Zazaca bir Kürt lehçesi veya dili değil, başlı başına bir dildir. Kürtler’in siyasi ve sayısal olarak Zazalar’a göre daha üstün olması, Zazalar’ın ve Zazaca’nın varlığı konusunda epey bir dezavantaj oluşturmuştur. Zazaca hakkında siyasette ve halk arasında, özellikle Batı-Anadolu’da yaygın olan “Kürt lehçesi” diye bir tanımlama vardır. Fakat özellikle son yıllarda yavaş yavaş açığa çıkan araştırmaların sayesinde bu görüş değişmektedir.


Türkiye’de Türkçe’nin dışındaki yerli dillere uygulanan baskıdan ve inkardan dolayı Zazaca hakkında herhangi bir bilimsel kaynak bulmak pek güç. Ondan ötürü Zazaca Türkiye dışında, özellikle Almanya’da araştırılabilip, bilimsel olarak İrani diller arasındaki yeri saptanmıştır.


Zazaca’yı ilk olarak başlı başına bir dil olduğunu, yaptığı derleme, araştırma ve incelemeleriyle kanıtlayan ilk dilbilimci Oskar Mann’dır. Oskar Mann’ın 1903’ten 1907’ye kadar yaptığı araştırmalarını ilerletip kitap haline getiren Karl Hadank, “Die Mundarten der Zâzâ” adlı bilimsel eseri 1932 yılında kitaplaştırmıştır. Böylece İranoloji dilbilimde Zaza dili bugüne kadar dilbilimcilerin hemfikirliliğiyle başlı başına olarak tanınma durumunu korumakta. Oskar Mann’dan önce Peter Lerch (1856), Friedrich Müller (1864), Albert van Le Coq (1901) gibi araştırmacı ve dilbilimciler, eserlerinde de Zazaca hakkında folklorik yazın derleyip kısmen analiz de etmişlerdir.


W.B. Henning (1954) , D.N. MacKenzie (1961-95), T. L. Todd (1985; A Grammar of Dimili [also known as Zaza], Michigan 1985, 277 s.), G.S. Asatrian / F. Vahman (1987-95), Joyce Blau (1989), P. Lecoq (1989), C. M. Jacobson (1993-97; Rastnustena Zonê Ma / Handbuch für die Rechtschreibung der Zaza-Sprache, Verlag für Kultur und Wissenschaft, Bonn 1993 / İstanbul 2001, Tij Yayınları; Zazaca Okuma Yazma El Kitabı, Bonn 1997 / İstanbul, Tij Yayınları), J. Gippert (1993-96), M. Sandonato (1994), Ludwig Paul (1994-98; Zazaki: Grammatik und Versuch einer Dialektologie, Dr. Ludwig Reichert Verlag, Wiesbaden 1998, 366 s.), Zılfi Selcan (1987-98; Grammatik der Zaza-Sprache, Nord-Dialekt (Dersim), Wissenschaft und Technik Verlag, Berlin 1998) gibi dilbilimcilerin analiz ve araştırmaları günümüze dek sürmekte.



Zazaca, Kuzey-Batı İrani dilleri arasında J. Gippert ve P. Lecoq’un şemasına göre (bkz. İrani Diller) şöyle sınıflandırılmakta:


Kuzey-Batı İrani :

Hyrkani (Gurgan/Cürcan) Gurubu: Beluçi, Sengiseri, Gurani, Zazaca Karmani Grurbu: Kürtce, Sivendi Medo-Hazar (Caspic) Gurubu: Gileki, Mazederani, Sorxeyi, Taleshi, Âseri


Güney-Batı İrani :

Farsca, Tacikçe, Tati


Tarihsel olarak son yapılan araştırmalara göre Zazaca, bir Ortaçağ-İrani dili olan Partça’ya yakınlık arzetmekte. Part İmparatorluğu (MÖ 247-MS 224) ve kültürünün İskit-Saka kökenli bir Ön-Türk kültürü olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekir.


Günümüz Kuzey-İran’da, Hazar Denizi kıyısında konuşulan diller de Zazaca’ya ilginç yakınlık göstermekte. Bu arada bunu da önemle belirtmek gerekir ki Zazalar kendilerini her yerde aynı adla adlandırmazlar. Bunlar, Dersim yöresinde kendilerine ‘’Kirmanç “, Bingöl yöresinde ‘’Kırd“, Palu ve Maden yöresinde ‘’Zaza“, Siverek yöresinde ‘’Dımıli“; lehçelerine ise sırasıyla ‘’Kırmançki“, ‘’Kırdki“,

‘’Zazaki“ ya da ‘’Dımılki“ derler.


Din


Zazalar’ın hemen yarısı Alevi, yarısı da Sünni Müslüman kesimden oluşmaktadır. Sünni kesimde ayrıca Şafii ve Hanefi Zazalar mevcut. Dersim aşiretlerinden oluşan Alevi Zazalar, Koçgiri (Zara, Kangal, Ulaş, Divriği)’den Varto-Hınıs, kısmen Bingöl yöresinde, ayrıca Kayseri’nin Sarız ilçesinde mesken iken, Sünni Zazalar da Elazığ, Bingöl, Diyarbakır, Siverek, Adıyaman, Aksaray, Mutki, Sason bölgelerinde yaşamaktalar. Özellikle Alevi-Sünni ve de Şafii-Hanefi farklılığı Zazalar’da dildeki şive ve kültürde, yaşam tarzında belirmiştir.


Kaynak: www.zazaki.de


Zazalar – 2


Zazalık etnik bir ayrımdır. Dinsel ayrım değildir. Ama Zazalar’ın etnik kimliği hayli tartışma konusudur. Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğini savunan siyasi akımlar Zazalar’ın Kürt olduğunu Zazaca’nında Kürtçe’nin bir şivesi olduğunu savunuyorlar. Türkiye’deki Türk Milliyetçiliğini savunan bazı siyasi akımlar ise Zazalar’ın Türk olduğunu, Zazaca’nın da Türkçe’nin bir kolu olduğunu savunuyorlar. Her iki kesimde tarihçilerden ve sosyologlardan bazı referanslar vererek iddialarını güçlendirmeye çalışıyorlar.


Zazalar’ın Kürt mü? Türk mü? olduğu şeklindeki etnik yapı tartışması sürerken 1988-89 yıllarında İsveç’te Türkiye’den siyasi nedenlerle yurtdışına çıkan Ebubekir Pamukçu adlı yazar Zazalar’ın ne Türk nede Kürt olmadıklarını onların ayrı bir etnik kimlik olduklarını Zaza oldukları iddiasını çıkardığı dergi (Piya) ve kitapta iddia etti. Bu düşüncenin yurt dışında olduğu gibi yurt içinde de yansımaları oldu. O tarihe dek çoğunlukla Zazalar’ı, Kürtlerin bir kolu, Zazaca’yı da Kürtçe’nin şivesi sayan bazı eski Kürtçü ve Sosyalist Zazalar, Zazalığı savunmaya başladılar. Konu ile ilgili referans olabilecek dergi ve kitaplar çıkardılar. Bu çalışmalar Zazalar, Kürt değilse kimdir? Sorularını tartışma konusu edince, Zazalar’a Kürtler’den ayrı bir tarih arama gereksinmesi ortaya çıktı. Berhem Dergisi, Piya ve Ayre Dergisi ile Ali Kaya’nın Dersim Tarihi ve Deylem’den Dersim’e kitapları bu arayışın sonucu ortaya çıkan çalışmalar oldu.


Bu tartışmalar konusunda bazı bilgiler vermek gerekirse; Davit M. Mac Kenzie; Zazalar’ın bugün yaşadıkları topraklara ne zaman göç ettiklerini bilmediğini ve Medler ile Kürtler arasında bir bağ kurmanın yanlış olduğunu ifade ettiği görülüyor. Polbius ise; Medler’in kuzey komşuları olan Deylemliler’den sözederek, onların bugünkü Zaza’ların ataları olduğunu ifade ediyor. Minorski; “Zaza bu insanlara ve konuştukları dile komşularınca verilen addır. Onlar kendilerine Dimili derler. Şimdiki, dilbilimcilerin bu ismin Deylem’den türediği üzerinde anlaştıkları açıktır,” diyor. Oskar Mann ise; 1906-1907 yıllarında bölgede yaptığı araştırmalar sonucu hazırladığı yazıda Zazaca’nın Kürtçe’nin bir lehçesi olmadığını savunuyor. W. B. Loocwood veT.M. Jhonstone ise; Dimilice’yi iyi bir dil olarak kabul ediyor.


Terry Lynn Toodd; Dimilice’den hareketle Zazalar’ın ayrı bir halk olduğunu belirtir. İngvar Sauberg; Zazalar’ın ayrı bir halk olduğunu belirtir. Mac Kenzie’de Zazaca’yı ayrı bir dil olarak kabul eder. F. Müller; ‘’Zazaca Kürtçe ve Farsça’dan türeyen bir dildir’’ diyor.


Hadank; Zazacayı ayrı bir dil olarak görüyor. Albert Socin 1898’de; ‘’Zazalar, Kurmanci’den farklı diyalekt konuşan Kürtlerdir’’ diyor.


V. Minorsky ise İslam Ansiklopedisi’nin İngilizce basınında; “20. yüzyılda Kürtler arasında kesinlikle Kürt olmayan bir unsurun -Zaza- tesbit edildiğini belirtir.” dedikten sonra;

“Zazaların Kürtçe’den çok farklı bir Kuzey-Batı lehçesi konuştuklarına” değinir. Zazalar için; “Gerçek Kürtler olmayan İran’lı aşiretler” diyor.


O. Mann, M. Kenzie, Haddak, Bruinessen, Güran ve Hewrami Zazaları Kürtler’den kararlılıkla ayırmaktadır. Prof. Kojima’da; Zazaca’yı ayrı bir dil olarak sınıflandırmakta hatta bir Kürt dil grubunun bulunmadığını diğer lehçelerinde ayrı bir dil hürriyeti taşıdığını ifade etmektedir. Prof. Dr. Yalçın Küçük ise; Zazaca çokça sanıldığının aksine Kürtçe’nin bir lehçesi değildir. Zazaca Kürtçe dışı kalıyor.” diyor.


Değişik araştırmacıların tesbitlerinde de görüldüğü gibi Zazalar farklı etnik kimliklerde ifade edilmektedir. Bu farklılık biraz da Zazalar’ın muğlak yapılarından kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca; sosyal bilimlerde bir ilke vardır. Ulusların kökenini etimoloji yolu ile tanımlamak her zaman sağlıklı değildir. Etimolojiler, tarihi ve coğrafi olgulara özgü özelliklere analizlerinde önemli yer vermek zorundadırlar.


Unesco Almanya’da Almanca-Türkçe karışımı oluşan dile ayrı bir dildir diyor. Yani bu dil

Almanca’dan ve Türkçe’den oluşsa da Almanca da değildir, Türkçe de değildir. Ayrı bir dildir. Peki bu dili konuşanlar ayrı bir etnik kimliktendir denebilir mi? Denemez. Çünkü bu insanlar Türktür. Bu nedenle Zazaca konuşan herkese de Zaza’dır veya Kürttür demek çok nesnel bir tanımlama olmaz. Bu nedenle; Tunceli’li, Erzincan’lı, Sivas’lı bir çok yaşlı Zazaca bilen kimsenin; “Horasan’dan gelen Türküz” demesi anlamlıdır. 1921 TBMM Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey Meclisteki konuşmasında; Harezm’den gelen ve Türkçe konuşan atalarına Selçuklu hakanı Alaaddin Keykubat tarafından buralarda yer verilmiş olduğunu açıklıyor.


Yavuz Sultan Selim zamanında, Harezmli Alevi Türkler Dersim dağlarına çekilmek zorunda kalmış ve bu tecrit neticesinde Kürtleşmişlerdir ya da Zazalaşmışlardır diyor. Aynı düşünceleri yazar M. Şerif Fırat ta, ‘’Yörenin Zazalarının 300 yıl öncesine kadar Türkçe konuştuklarını süreç içinde Zazaca’yı ya da Kürtçe’yi öğrenip Kürtleştiklerini’’ ifade ediyor.


Zazalar’ın tarihi ve etnik kimliği ile ilgili ileri sürülen görüşleri özetlemek gerekirse; Birinci

görüş: Zazalar’ın Kürt olduğu, Zazaca’nın da tıpkı Guranca, Soranca gibi Kürtçe’nin bir lehçesi olduğudur. Bu görüşü Kürt milliyetçisi bütün akımlar savunmaktadır. Zaza olup bu siyasi oluşumlar içinde olan kişi ve gruplar da savunmuştur ve savunmaya devam etmektedirler. Kürt milliyetçiliğini savunanlara göre Zazalar’ın Kürt olmadığını savunmak “Bölücülüktür”. Kürtlere karşı düşmanca bir faaliyet görmek ile aynı anlama gelmektedir. Bu nedenle Zaza olupta ben Kürt değilim Zaza’yım diyenler bunların çok tepkisini çekmektedir.


Zazalar’ın Zaza olduğunu savunmanın tarihi yenidir. 1988’lerde Ebubekir Pamukçu ile başlamıştır. Bu ise Zazalık ile ilgili ikinci görüştür. Bunlar Zazalar’ın Kürt olmadığını ayrı bir dilleri olduğunuTürk’te olmadıklarını ayrı bir etnik kimlik ya da milliyet olduğunu bunun da adının Zaza halkı olduğu şeklindedir. Kesinlikle Kürt olmadıklarını savunuyorlar. Zazalar’ın tarihi konusunda ise; bir görüş tarihlerini Mezopotamya’da ararken diğer bir görüş tarihlerini İran-Deylem’de aramaktadır. Deylem’den Anadolu’ya 1100-1200 yıllarında geldiklerini savunuyorlar. Ama Türkiye’de Zazaca konuşan herkes Zaza değildir. Özellikle Alevi-Türkmen Osmanlı döneminde Yavuz-Şah İsmail çatışmasında can güvenliği nedeni ile Zazaca ve Kürtçe konuşulan bölgeye zorunlu ikamette bulunmuş ve geçen 400-450 yıl içinde ana dili yerine Zazaca ve Kürtçe ikame edilmiştir. Bu tarihsel toplumsal olayda Alevi Türkmenler’in Zazalaşması ya da Kürtleşmesi olgusu gerçekleşmiştir.


Kaynaklar

• Ebubekir Pamukçu, Dersim Ayaklanması 1990 İstanbul

• Ali Kaya, Dersim Tarihi, 1999 İstanbul

• Ali Kaya, Deylem’den Dersime, 2001 İstanbul

• Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji 1997 İstanbul

• P.A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar 1992 İstanbul

• A. T. Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı 1999 Ankara

• N. Uluğ, Derebeyi veDersim, 2001 Ankara

• Kızıl Yol (Dergi 4 sayı) 1983 Almanya

• Ayre (Dergi) 1986 İsveç

• Piya (Dergi) 1990 İsveç

• Munzur Çem, Zazaca Gramer, 2003 İstanbul

• Birikim Dergisi, S. 71-72

• H.R. TankutZazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler, 2000, Ankara

• Dr. Suat Akgül, Dersim, 2000, Ankara

Yazan: Cemal ŞENER. Türkiye ‘de Yaşayan Etnik ve Dinsel Gruplar. ETİK YAYINLARI.

www.karacaahmet.org


...devamı ''KÜRTLER ve ZAZALAR - 3''

8 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazar Hakkında
WhatsApp Image 2022-11-17 at 2.45.19 PM.jpeg

Muzaffer Haluk Hızlıalp 30.11.1962 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk öğrenimini Erenköy ve Yıldız İlkokullarında, orta ve lise öğrenimini Fransız Saint-Benoit Erkek Lisesi’nde, Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, lisans-üstü eğitimini ise İngiltere King’s College’ da tamamlamıştır.

#GunesInsan

Yeni bir çalışma yayınladığımda güncelleme almak için bloguma abone olun.

Teşekkur ederim!

bottom of page