top of page

AYDINLANMA

Güncelleme tarihi: 27 Ağu

Tarihi kimler yanıltırlar ?... Siyasiler, egemen güçler, herşeyden önce bir güç ve çıkar devşirmek peşinde olan odaklar…Büyük çoğunluğa da herhangi bir araştırma ve zahmete katlanmadan saf saf dinleyip ya da okuyup (o da okunursa tabi…) öğrenmek düşer; tabii ne öğretirlerse…Bu durum asırlardır böyle devam edegelmektedir, ne yazık ki ; gerek insanların öz vatanlarında, gerekse Batı olsun Doğu olsun zamanında egemen olmuş imparatorluk düzenlerinde. Günümüzde de pek değişen bir şey yok, eski alışkanlıklar, aynı karanlık çarpıtma ve yanıltmalar devam ediyor…


‘’Aydınlanma’’ dediğimiz zaman her ne kadar ilk olarak aklımıza Batı ve Rönesans geliyorsa da bu tam ve somut bir gerçekliği ifade etmez. Batı dünyasını oluşturan geçmiş imparatorluk ve günümüz uluslarını kısaca aklınıza getirin; bunların çoğunun maddi ve sömürgeci bir ‘’gelenek’’ten geldiğini görürsünüz. Evet, Toplumsal sınıfların oluşması, pozitif bilimlerin gelişim süreci, sanayileşme ve ekonomik refahın yayılması ve ortaçağ baskı ve taassubuna (yobazlığa) dayalı din anlayışlarının değişmesi bir ölçüde sağlanmakla birlikte, maddi, sömürgeci, ırkçı ve vahşi kapitalist anlayış hala korunmaktadır. Bugünkü dünya ‘’düzeni’’ dediğimiz düzen ise ne yazık ki bu anlayışın bir sonucu olarak hepimizin hayatına etki eder.


Batı, bu işe 17.yüzyıl sonlarında başladı. İngiltere’de ‘’bilimsel hiçbir temeli olmayan’’ deri rengine dayalı ırkçılık gelişirken, Amerikan yerlilerinin kökünü kazıma ve Afrikalı siyahları köleleştirme amaçlı ikiz görgüsüzlük yürütmeye kondu. 1734 yılında Hannover Elektörü ve İngiltere Kralı olan 2.George tarafından kurulan Göttingen Üniversitesi, Britanya ile Almanya arasında ‘’sözüm ona’’ bir kültür köprüsü oluşturmuştu. İnsanların ‘’ırk sınıflandırması’’ üzerine ilk ‘’akademik’’ çalışma 1770’te Johann Friedrich Blumenbach tarafından kaleme alındı ve ‘’Beyaz Irk’’ ırklar hiyerarşisinin en başına getirildi. Bu oluşum daha sonraları Almanya’da ortaya çıkan Hitler nazizm doktrinini tetikleyecek ve hepimizin bildiği gibi milyonlarca insanın katline sepep olacaktı.


Bu arada, ‘’Antik Yunan’’ kültürü olarak bizlere tanıtılan ve bizim de sorgulamadan kabul ettiğimiz bu kültür ve Roma kültürü bilinçli bir şekilde ön plana çıkarılıyor ve Batılı ‘’Hint-Avrupa Tarih Tezi’’ yazıcıları kanalıyla Batı’nın (tabi bunların arasına Rus Çarlığı ve sonraki SSCB yayılmacı anlayışını da ilave etmek gerekir) kültürel ve ırksal üstünlüğü dayatılarak yerel destekçilerle birlikte sömürgecilik meşrulaştrılıyordu.


Oysa ki antik devirlerin günümüz Yunanistan ve İtalya coğrafyalarındaki kavim ve kültürlerinin yaşam biçimleri hiç te sanıldığı gibi demokrasi ve kadın-erkek eşit hakları temellerinde yaşanmıyordu. Aksine tiranik, kadınlara ve halka hiçbir hak vermeyen, köleliğe dayanan, ahlak ve töresel değerlerin ön planda olmadığı bir toplum ‘’düzeni’’ benimsenmişti. Tüm inanç sistemleri, mitoloji ve dilleri Anadolu, Kafkasya, Mezopotamya, Mısır ve Asya-Sibirya kültürlerinden gelen etkilerle devşirilerek kendi çarpık düzenlerine uyarlanmıştı. Ve bu iz ve etkileşimlerin ise her fırsatta üstünü örtmeye çalışmışlardı.


Yani Pelasg, Etrüsk, Hatti-Hitit, Likya, İyonya, Letoonya, Karya, Lidya, Kimmer, Frig, İskit, Hurri, Elam, Sümer, Anau (Anav), Göbeklitepe, Karahantepe, Körtiktepe gibi birçok kadim uygarlığı anlamadan tüm aydınlanma sürecini ‘’Yunan’’ ve ‘’Roma’’ ya dayandırmak son derece sığ ve art niyetli bir yaklaşımdı. Ki bu gerçek ünlü tarihçi Bodrum-Halikarnas’lı Herodot (MÖ 484) tarafından da belirtilmiştir.


Avrupa Rönensans’ı ile birlikte Doğu’da ortaya çıkan hemen hemen eş zamanlı bir başka Rönensans ise 14. 15. ve 16. yüzyılların başlarını kapsayan Timur Devri Rönesansı’dır. Ünlü Fransız Türkolog Jean Paul Roux bu dönemi şöyle ifade eder : ‘’Timur Dönemi Rönesansı’ndan söz ettiğimizde bir dizi düşünce bizi Batı Rönesansı'na götürüyor, çünkü dörtyüz yıllık bu tarih her iki kıtada da uyuşuyor. Ama Batı Rönesansı antikçağ kaynaklarına dayanırken, Maveraünnehir ve Afganistan coğrafyalarındaki Rönesans ise savaşlardan kaynaklanan durgunluk döneminden sonra geçmişe geri dönüş olmadan kültürel faaliyetlerin yeniden canlanmasıdır. Bununla birlikte iki Rönesansın ortak noktaları vardır: doruğa ulaşmışlardır ve bu dönemi yaşayanlar arasında var oluşla ilgili konulara yaklaşım açısından, paylaştıkları düşünceler ve zevkler açısından bir yakınlık vardır ve birbirlerini anlamalarını kolaylaştırır. Örneğin Avusturyalı Maximilien'in (1459-1519) ya da Muhteşem Laurent'ın (Medici’lerin Laurent’i) (1449-1492) portresi Maveraünnehirli bir hükümdar, han ya da tiginin (prensin) tablosu olabilir pekala. Ayrıca yalnızca Maximillen'ler ve Laurent'lar yoktur, yalnızca Hüseyin Baykara'ların (Timurlu Hanlarından…) ve Bay Sungur'ların (Timurlu tiginlerinden) olmadığı gibi. Ama artık konumuz insanlar değildir. İlgilendiğimiz eserlerdir ve onlar dorukta parlamaktadırlar.’’ demektedir. Görüldüğü gibi her iki büyük coğrafyada da Rönesans (Aydınlanma) benzer zamanlarda yaşanmış ancak kulllanım şekli farklı olmuştur.


Gerçekten de bu dönemde özellikle günümüz Özbekistan coğrafyası, Semerkand, Buhara, Taşkent ve Hive bölgelerinde ortaya çıkan kültür, inanç, bilim, sanat ve mimari son derece etkileyicidir. Tabii ki bu sürecin Kadim Türk tarihinin geçmişinden de izler taşıdığı açıktır.


Kanımca, Rönesanslar-Yeniden Doğuşlar yalnızca oluştukları coğrafyalara ve kişilere göre değerlendirilmemeli, belirli bölge ve kıtalar içinde sınırlı bırakılmamalı, insanlık etkileşim, gelişim ve evrim sürecinin ışık taşıyan dönemleri olarak görülmelidir.


Yıkılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden Türk Ulusu ile birlikye yeni bir devlet kuran Ulu Önder Atatürk de bir başka Aydınlanma Dönemi’nin başlangıcını bizlere armağan etmişti. Atatürk, yeni bir devlet, yenilikler, değişim ve gelişmelerle bezeli bir yönetimi hedeflemişti. O, bilimde çağdaş, düşüncede özgür bireylerle yola koyulmaktaydı.


O nedenledir ki yeni devletin adı "Cumhuriyet" idi. Demokrasiyle taçlandırılan, egemenliğin ulusa ait olduğu, güçler ayrılığına dayanan ve laiklikle biçimlendirilen yepyeni bir soluk!...


"Atatürk, Cumhuriyet ve Devrimleri", bir bütünün paydasıdır. Bu kavramlar, Türk Ulusu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti'nin olmazsa olmazlarıdır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kolay kurulmamış, bunun için çok kayıp verilmiş, ağır bedeller ödenmişti. Türkiye Cumhuriyeti, yokluk, yoksulluk ve bilgisizlik batağından ve din-tarım toplumu düzeyinden çıkarak Osmanlı Devleti'nin küllerinden yeniden yaratılmıştı; Çağdaş, laik, ilerici, akıl ve bilimi temel alan demokratik bir yönetim biçimi hedeflenmişti. Atatürk'ün "en büyük eserim" diye onur duyduğu Türkiye Cumhuriyeti de, laik demokrasi ve öz kültürel temel üzerine oturtulmuştur. Kendisi, Batı’yı hedef gösterirken, körükörüne bir Batı hayranlık ve özentiliğini anlatmamış, barışçı bir anlayışla Batı’nın bilimsel, eğitimsel ve ekonomik refah düzeyini yakalamayı ve geçmeyi hedef göstermiştir.


Atatürk'ü Cumhuriyet'ten, Cumhuriyet'i Atatürk'ten; Atatürk'ü ve Cumhuriyet'i de Atatürk devrim ve ilkelerinden soyutlamak olanaksızdır.


O’nu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu AYDINLIK yüzünü itibarsızlaştırıp unutturmaya çalışanlara ve onların gafil işbirlikçilerine karşı duruşumuz da bence bu olmalıdır.


Öte yandan Atatürk, Dil Devrimi’ni hayata geçirirken ‘’Latin Dili’’ ifadesini kullanmamıştır. ‘’Latin harflerinden oluşan ‘’Türk Dili’’ ne geçiyoruz’’ diye ifade etmiştir. Çünkü Latin abc’sinin Roma öncesi kadim Etrüsk abc’sinden kaynaklandığını bilmekteydi. Yani bir başka değişle, Dil Devrimi Türk Ulusu’nun binlerce yıllık geçmişe sahip kendi kadim diline yeniden dönüşüydü.


Konuyu sonlandırmadan önce, çeşitli kaynaklardan Türkçemizde ve Türkçenin diğer lehçelerindeki ‘’Aydınlanma, Aydınlık’’ kelimelerinin etimolojisine ve diğer dillerle olan ilişkisine dair kısa gözlemimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Örnekleme olarak, Türk Dili ile Arapça-Farsça arasındaki bazı ilginç benzerlikleri dikkatlerinize sunmak istiyorum. Tabi burada ayrıntısına girmemekle birlikte dil ve lehçelerde zamanla oluşan harf ve telaffuz değişimlerini de hesaba katmak gerekir.


AYDINLIK - AÇIK- İZAH

Işık, açık - izah (Arapça), aşikar (Farsça)

Çarıh, caruk ‘ışık’ - sarih, şerh (Arapça)

Çakır ‘aydınlık’ – zahir ‘görünen’, seher ‘sabah’ (Arapça)

Baruk, barige ‘ışık, şimşek’ - ferah, berrak (Arapça), berg ‘şimşek’ (Farsça)

Vacir ‘ışık, yıldırım’ - fecir ‘aydınlanma’ (Arapça)

Şavk ‘ışık’ - sabah, şafak (Arapça)

Yaruk ‘ışık’ - yareh ‘ışık’ (Arami), (y)areh ‘ay’ (Arami, İbran, Arap)

Yalın ‘ışık, alev’ - aleni (Arapça)


Güncel bilimsel bir araştırmanın bulgularıyla ilgili bir bilgi paylaşarak sözlerime son vermek istiyorum…(söz konusu çalışma ve haberin linkini de çalışmamın sonunda paylaşıyorum…)


Linguistik Arkeoloji Araştırma Grubu'nun, Almanya'daki Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü'nün Nature Dergisi’nde 2021 yılında yayınlanan çalışmasına göre : Türkçe’yi ilk konuşanların günümüzden 9 bin yıl önce Sibirya ve Çin coğrafyasına (Yani Liao, Sarı Nehir ve Amur Nehirleri havzalarına) göç eden Neolitik Darı Çiftçileri olduğu tespit edilmiş…


Çalışma, Arkeoloji (arkeolinguistik ve arkeobotanik), Dil Bilim ve Genetik anabilim dallarını kapsayan üç disiplinin uzman bilim insanları tarafından yürütülmüş…




Bu çiftçi ve halkların kuzeydoğu Asya ve Sibirya’da ilerlediği ve kök dillerini binlerce yıl boyunca kuzeye, batıya, Sibirya'nın çeşitli bölgelerine, doğudaki Kore Yarımadası’na ve deniz üzerinden ‘’Ainu’’ adı verilen halklar aracılığı ile Japon takımadalarına yaydığı belirtiliyor.


Nature dergisinde yayınlanan çalışmanın baş yazarı ‘’karşılaştırmalı dilbilimci’’ Martine Robbeets’in şu tespiti çok önemli; "Birinin dilinin, kültürünün veya halkının köklerinin mevcut ulusal sınırların ötesinde olduğunu kabul etmek, bazı insanların henüz yapmaya hazır olmadığı bir tür kimlik teslimidir" diye ifade etmiş.


"Japonya, Kore ve Çin gibi güçlü uluslar genellikle bir dili, bir kültürü ve bir genetik profili temsil ediyor olarak resmedilir” diyen Robbeets, “Ancak Aşırı Milliyetçi gündemleri olan insanları rahatsız eden bir başka gerçek ise, Asya'dakiler de dahil olmak üzere tüm dil, kültür ve insanların birbirine karışmış olmasıdır" şeklinde son derece önemli bir tespitte bulunmuş.


Sonuç olarak…


Bence, ‘’Aydınlanma’’ nın en önemli kaynakları Dil, Tarih ve Bilim’dir. Türkçemiz ise insanlık tarihinin en eski dillerinin başında gelmektedir. Kendi Dil, Tarih ve Kültürümüze sahip çıkmaz ve bu bilgileri genç nesillere aktaramazsak, geleceğimizi aydınlatamayız ve başkalarının söylediklerini kabul etmek zorunda kalırız.


Kaynaklar :


60 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazar Hakkında
WhatsApp Image 2022-11-17 at 2.45.19 PM.jpeg

Muzaffer Haluk Hızlıalp 30.11.1962 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk öğrenimini Erenköy ve Yıldız İlkokullarında, orta ve lise öğrenimini Fransız Saint-Benoit Erkek Lisesi’nde, Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, lisans-üstü eğitimini ise İngiltere King’s College’ da tamamlamıştır.

#GunesInsan

Yeni bir çalışma yayınladığımda güncelleme almak için bloguma abone olun.

Teşekkur ederim!

bottom of page