top of page

ERMENİLER

Güncelleme tarihi: 18 Kas 2023

Sonda söyleyeceğimi en başta söylemek isterim...


Ülkemizin değerli mozaik taşlarından biri olan Ermeni kökenli vatandaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti için önemlidir. Uzunca bir süredir bazı dış ve iç çevrelerce ortaya atılan asılsız ve maksatlı iddia, kutuplaştırıcı söylem ve eylemler (Disney +, soykırım iddiaları vb...) ortaya çıksa da toplumumuzun birlikte barış içinde yaşama, paylaşma arzusu ve dostluklar hep ön plandadır. Yakın tarihimiz boyunca, bazı dış ve iç kışkırtmaların etkisiyle hazin olaylar meydana gelmiş olsa da, bu vatanda birlikte yaşamış ve yaşayan çoğunluğu basiret sahibi yurttaşlarımız beraber ve barış içinde yaşamayı başarmışlardır.


Türkiye Cumhuriyeti'nin ve ''Ulus Devlet''imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü tartışmak kimsenin haddi değildir. Bu sözde tartışmalar maksatlı tarih çarpıtmalarından hala medet umulduğunun bir göstergesidir. Batı ve yandaş vekilleri kendi yaptıklarını örtüp yakın tarihimizi Atatürk üzerinden tartışmaya açarak hala bir rövanş peşindedir. Değerli tarihçimiz İlber Ortaylı'nın da vurguladığı gibi; Osmanlı arşivleri ve bir çok değerli tarihçimizin ortaya koyduğu somut belgeler vakit kaybetmeden değerli Ermeni tarihçilerin de dahil olduğu uluslararası bir araştırma grubu ile birlikte ortaya konmalıdır. Dizi ve film sektörümüzün harekete geçip bir an önce Atatürk ve yakın tarihimizi anlatan unutulmaz bir yapıt ortaya koymaları ve bunu sahiplenmeleri ise çok önemlidir. Dünya ve Türk Tarihi'nin en önemli özgürlük mücadelesini ortaya koymak başkalarına bırakılmamalıdır. Tarih dizilerimiz ile ilgili Devlet desteği bu konuda sadece Osmanlı ve Selçuklu dönemleri ile kalmamalı, yakın tarihimize, Türkiye Cumhuriyeti'mizin kuruluş mücadelesine ve Kurucu Ata'mıza da gereken önem verilmelidir. Bu projeyi tüm dünyaya sunabilecek çok yetkin yönetmen, oyuncu ve kadrolarımız fazlasıyla bulunmaktadır. TRT 1 dizisi ''Ya İstiklal Ya Ölüm'' önemli örneklerden biridir. Bu herşeyden önce bu vatanda yaşayanlar ve tüm yurttaşlar için bir vefa borcudur.


Önemli olan, gerçek ve somut belgelere dayanarak tarihi doğru yorumlamak, ders almak ve artık geçmişi bir kenara koyarak, ''Ulus Devlet'' olmanın bilinciyle, birlikte gelecek nesillere umut dolu bir Türkiye bırakmak için güç birliği yapmaktır.


Bu çalışma konuya bir nebze aydınlık getirebilme adına derlenmiştir. İlgili belgeler ''Kaynaklar'' bölümünde bulunmaktadır.



Türkiye'nin jeopolitik ve jeo-stratejik önemi her geçen gün artmaktadır. Bu durum karşısında büyük güçler ve ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda stratejiler geliştirmektedirler. Bu süreç içerisinde Türkiye’nin de içinde bulunduğu Orta Doğu ve Avrasya ülkeleri yeniden yapılanma sürecinde kendilerini koruma ve sonra daha iyi bir konum elde etme yarışı içerisindedirler. Bölgede var olan problemler ise bu yarışla birlikte alevlenmektedir. Büyük ülkeler ise bu fırsatı değerlendirerek bölgede yeni müttefikler elde etme gayreti içerisindedirler. Orta Doğu, Kafkaslar ve Avrasya’daki birçok yeni girişim bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.


Ermenilere olan ilgi bu durumun bir tezahürüdür. Fransız İhtilali, ulus-millet kavramını ön plana çıkarmıştır. Birçok millet kendini etnik kimliği ve kültürü ile tanıtıp öne çıkarmayı tercih etmiştir. Ülkemizin durumu ise, bünyesinde bir çok etnik unsur barındırması sebebiyle daha karmaşıktır.


Milletler kimliklerini ortaya koyarken köklü bir tarihleri olduğunu öne çıkarmayı gereklilik olarak görürler. Milletlerin kültürel zenginliğe ve kökü binlerce yıla dayanan tarihi geçmişe sahip olması, onların kendilerine olan güvenlerini ve geleceğe güvenle bakmalarını sağlayacaktır; Bazı Ermeni tarihçiler de, Doğu Anadolu Bölgesi’nde kendilerine bir kök arama ihtiyacı duymuşlardır. Ermeniler geçmişte millî bir devlete sahip olduklarını ispatlamak için zengin bir kültüre ve güçlü bir siyasi geleneğe sahip olduklarını iddia etmektedirler. Bu nedenle MÖ Anadolu’da yaşayan devletlerden Hayaşalılar ve Urartular'la bağlar kurmaya çalışmışlar ve bunda da kısmen başarılı olmuşlardır. Dünya kamuoyunu bu konuda ikna etme başarısını göstermişlerdir. Bazı Ermeniler, Ermeni birliğini ayakta tutabilmek için ise Türk milletini “Millî Düşman” olarak ilan etmişlerdir. Bu düşmanlığı, Osmanlı döneminde yaşandığını iddia ettikleri “sözde soykırım”la başlatmışlardır. Bu düşünceye sahip olan Ermenilere göre Osmanlılar kadar Türklerin Osmanlıdan önceki ataları olan Selçuklular da suçludur. Bu konuyu şair ve siyasetçi Silva Kaputikyan şu ifadelerle dile getirmektedir: “… 4. yüzyıldan itibaren Türklerin zulmüne katlanıyoruz. Daha ne sabredeceğiz” . Yine aynı yazar “… Bunun için yeni doğan bir Ermeni bebeğin kulağına Eyyy… Aram! Türkler senin düşmanındır! – demek gerekiyor ki düşmanının kim olduğunu tanısın” demektedir. Bu noktadan hareketle dünyanın kalesi ve kalbi (Heartland) olarak adlandırılan Anadolu’nun yani Türkiye’nin dünya üzerinde dostu olduğu gibi düşmanı da çok olmuştur. Düşmanca yaklaşımlar zaman zaman tarihi yanlış tanımlama, yorumlama ve çarpıtma yoluna da gitmiştir.


Doğu Anadolu Ermenilerin Vatanı mıdır? Doğu Anadolu Bölgesi, Anadolu coğrafyasının en büyük bölgesidir. Bölgenin en belirgin özelliği yüksek oluşudur. Bu özelliklerinden dolayı Türkiye’nin çatısını oluşturur. Kaynaklarda “Yüksek Ülke” olarak adlandırılmıştır. Karasal iklim özelliği gösteren Doğu Anadolu Bölgesi’nin çalışma alanımızı oluşturan Kuzeydoğu Platosu’nda en fazla yağış ilkbahar aylarında ve yaz başlangıcında düşmektedir. Bölge, kar yağışlarının en çok olduğu bölge olmasının yanı sıra karın en uzun süre yerde kaldığı coğrafyadır. Hiç şüphesiz Doğu Anadolu Bölgesi’nde bulunan verimli yaylalar hayvanların ihtiyaç duyduğu ot gereksinimi sağlamaktadır.


Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin tarihini etkileyen nedenlerin başında akarsular gelmektedir. Doğu Anadolu’nun başlıca akarsuları Kura, Aras, Fırat ve Dicle’dir. Kura Nehri, Allahu Ekber Dağı’ndan doğarak Gürcistan’a oradan Azerbaycan’a geçer. Daha sonra Aras Nehri ile birleşerek Hazar Denizi’ne dökülür. Aras Nehri, Bingöl dağlarından doğar; Türkiye, Ermenistan, Nahcivan, İran, Azerbaycan sınırlarını çizerek Azerbaycan’a geçer ve burada Kura ile birleşerek Hazar’a dökülür. Yine bölgenin önemli akarsuyu olan Fırat, Erzurum Dumlu dağlarından başladığı yolculuğuna Güneydoğu Anadolu’da devam ederek Suriye’ye geçer ve Dicle ile birleştikten sonra Şattül Arap adını alan nehir Basra Körfezi’ne dökülür. Dicle ile birlikte Mezopotamya coğrafyasının can damarını oluşturmaktadır.


Fırat ile ilgili bilgilerimiz çok eskiye dayanmaktadır. Sümercede, Akadçada adlarını bildiğimiz nehir ile ilgili ünlü tarihçiler Herodot ve Ksenofon başta olmak üzere pek çok tarihçi bilgi vermektedir. Dicle Nehri, Doğu Anadolu’dan doğmasına rağmen suladığı topraklar Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Irak topraklarıdır. Doğu Anadolu Bölgesi Anadolu’nun en büyük gölü olan Van Gölü’nü bünyesinde barındırmaktadır. Ayrıca çok sayıda irili ufaklı göl de bölgede yer almaktadır. Bölgenin yol ağı genellikle su yollarını takip etmektedir. Doğal yol sistemi tarihin her döneminde askeri ve ticari amaçla kullanılmıştır. Araştırma sahasında bulunan kuzey yol sistemi Sivas- Erzincan- Erzurum- Kars yoludur. Bu yol sistemi Erzurum-Horasan’dan ikiye ayrılmaktadır. Birinci yol Horasan- Sarıkamış- Kars’ı takip ederek Kafkaslara açılmaktadır. İkinci yol ise Horasan-Ağrı-Doğubayazıt yolu ile İran yaylalarına açılmaktadır. Kuzey yolunu dikey kesen yol ise Trabzon’dan Bayburt- Erzurum’a ulaşmaktadır. Bu yol aynı zamanda Karadeniz’i Hazar Denizi’ne bağlayan yolun başlangıç aşamasını oluşturmaktadır.


Doğu Anadolu Bölgesi’ni maden açısından üç bölgeye ayırmak mümkündür. Birinci bölgeyi Adıyaman-Malatya-Elazığ-Tunceli, ikinci bölgeyi Erzincan-Erzurum-Bayburt-Gümüşhane-Artvin-Kağızman bölgesi, üçüncü bölgeyi Diyarbakır-Siirt-Van-Hakkâri bölgesi oluşturmaktadır. Maden zenginliğini ise altın, gümüş, kurşun, bakır ve demir madenleri oluşturmaktadır. Doğu Anadolu Bölgesi’ni stratejik açıdan önemli kılan özelliklerden biri de bulundurduğu maden yataklarıdır.

İran’da, Nakş’ı Rüstem’deki Darius’un mezarı yakınlarındaki yamaçta, şimdiye dek belgelenmemiş üç dilli antik yazıt bulundu.


Armenia veya Ermenistan adına gelince; Ermeni adı ilk defa Akamenid kralı Darius’un (MÖ 522-486) Persepolis yazıtı olan Eski Persçe, Elamca ve Babilce olarak yazılan üç dilli Bisutun yazıtında geçmektedir. Kral Darius, yazıtında şu ifadeleri kullanmıştır: “Ben Darius büyük kral, kralların kralı perslerin kralı, halkların kralı, Viştapa’nın oğlu, Arsames’in torunu, Akamenid (…). Ahura Mazda sayesinde onların kralıyım. Persler, Elamlılar, Babiller, Asurlar, Araplar, Mısırlılar, denizden gelenler, Lidialılar, Medler, Ermeniler, Kapadokialılar, Partlar, Drangianlar, Aryanlar, Karasmionlar, Baktriyalılar, Sadgianlılar, Gandharianlar, İskitler, Sattagidianlar, Arakhosienler, Masienler (…)”


Ayrıca tarih yazımının en büyük isimlerinden olan ve “Tarihin Babası” olarak da nitelendirilen Herodot (MÖ yaklaşık 484-424) ünlü eseri Historia’da Ermenistan hakkında bilgi vermektedir : “Ama benim gözümde bu ülkenin, kentin kendisinden sonra en şaşılacak şeyi şu anlatacağım şeydir. Babil’e gitmek için Irmağa inen kayıklar yuvarlaktır ve deriden yapılmışlardır. Asurya’nın üst yanına düşen Ermenistan’da söğüt ağaçları kesip gemiler için kaburga çatalı yaparlar… Babil’e varırlar, taşıdıkları öteberi malları satarlar, sonra bağıra çağıra geminin tahtalarını ve samanını da satarlar; sonra derileri eşeklerin sırtına vurup, Ermenistan’a dönerler. Zira ırmağı ters yönde çıkmak düşünülmez, akıntı buna elvermez, zaten gemileri tahtadan değil de deriden yapmalarının nedeni budur. Ermenistan’a vardıkları zaman aynı şekilde başka gemiler yaparlar.” Herodotos, Fırat Irmağı’nın Ermenistan ile Kilikia arasındaki sınırı oluşturduğunu, Dicle’nin bir kolunun ise Ermenistan’dan doğduğunu belirtmektedir: “….Oradan öte, Kilikia içerisinde geçilecek yol üç konak, on beş buçuk parasangdır. Kilikia ve Ermenistan arasında sınır, içinde gemilerin yüzebileceği bir ırmaktır ki, adı Fırat’tır. Ermenistan içinde her biri bir garnizonla tutulan on beş konaklık yol vardır, elli altı buçuk parasang tutar. Bu bölgeyi gemilerin yüzebildiği dört ırmak sular; bunlar geçilmeden gidilemez. Birincisi Dicle’dir, ikinci ve üçüncüsü aynı yerden çıkmadıkları ve bir tek ırmak olmadıkları halde aynı adı taşırlar. Birincisi Ermenistan’dan, öbürü Matienlerin ülkesinden gelir. Dördüncüsünün adı Gyndes’dir. (Dicle’nin kollarından biridir)……” Yine Herodotos Ermenilerin ataları ve geldikleri coğrafya ile de ilgili bilgi sunmaktadır: “Phrygialıların donanımları Paphlagonialılarınkine çok benziyordu, ama küçük değişiklikleri vardı. Makedonyalılara göre Phrygialılar, Avrupa’da oturdukları zaman Bryh adını taşıyorlardı ve onların komşularıydılar; Asya’ya geçtikten sonra yurtları ile birlikte adları da değişmiştir. Phrygia kolonları olan Ermeniler, Phrygialılar gibi giyiniyorlardı. Bunlar da Phrygialılar gibi, Darius’un kızlarından biriyle evlenmiş olan Artokhmes’in buyruğu altındaydılar.”


Herodot’un verdiği bilgiler bununla sınırlı değildir. Yazarın eserinde ilgi çekici hususlardan biri de Ermenileri Frigler’in bir kolu olarak göstermesidir. Doğu Anadolu için çok değerli bir bilgi kaynağı da Ksenofon’un ele aldığı (MÖ 430-355) Anabasis (Onbinlerin Dönüşü) eseridir. Yazar, Batı Anadolu satrapı olan Kyros’un ağabeyi Pers kralı II. Artakserkses’i tahtından indirip onun yerine geçmek için yaptığı sefere katılmıştır. Ksenofon, MÖ 401 yılında Kunaksa’da yapılan savaşta Kyros’u yenilgiye uğrayıp ölmesinden sonra Helen paralı askerlerinin başına geçmiş, onlara komuta ederek Trakya’ya dönmelerini sağlamıştır. Ksenofon olayların geçtiği Anadolu coğrafyasını, yaşayan halkları ve bu halkların gelenek ve göreneklerini kitabında ele almıştır. Bahsi geçen coğrafyalardan biri de Armenia olup söz konusu coğrafya ile ilgili olarak şu ifadeyi kullanmıştır . “Helenler o günde, Kentrites (Botan Çayı) ırmağının aştığı ovaya hakim köylerde açık ordugah kurdular; iki yüz ayak genişliğinde olan bu ırmak, Armenia’yı Kardukhlar ülkesinden ayırır…”


Ksenofon eserinde Armenia coğrafyasının doğu ve batı olarak ikiye ayrıldığından şöyle bahsetmektedir: “… Ordan üç günde on fersenk yol alıp küçük ama güzel bir ırmak olan Teleboas’ın kıyılarına vardılar. Irmak kıyılarında pek çok köy vardı. Bu bölgeye Batı Armenia adı veriyorlardı.”


Bölge coğrafyası ile ilgili önemli bilgilerin yer aldığı bir diğer eser ise ünlü coğrafyacı Amasyalı Strabon’un (MÖ 64 – MS 21) Geographika (Coğrafya) adlı eseridir. Strabon, Armenia coğrafyasının sınırlarını belirler. Strabon’a göre Armenia’nın doğusunda Media, batısında Kappadokia, kuzeyinde Kolkhis ve Iberia, güneyinde ise Syria yer almaktadır. Ayrıca Strabon Armenia’yı Büyük ve Küçük Armenia olarak ikiye ayırır: “… Bu kalelerin en önemlileri şunlardır: Hydara, Basgoidariza ve Sinoria Büyük Armenia sınırlarına yakındı ….” Strabon, Büyük Ermenistan ile Küçük Ermenistan’ı Fırat Nehri’nin ayırdığını da ifade etmektedir. “… Mithridates Pontos krallığının bu en uç kısımlarına kaçmış ve Akilisenê’de (yakınında Akilisene’yi Küçük Armenia’dan ayıran Euphrates vardır) Dasteria yakınında sulak bir dağı ele geçirmiş….”


Ermenistan coğrafyası, Büyük Ermenistan, Küçük Ermenistan veya Doğu Ermenistan, Batı Ermenistan olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrımı Ermenicede de görmekteyiz. Bu ayrımdan dolayı Ermenice, Batı Ermenicesi ve Doğu Ermenicesi olarak ikiye ayrılmaktadır. Ermenistan coğrafyacılarının iddialarına göre Büyük Ermenistan, Paris meridyeni 36-45˚ doğu boylamda, 36-42˚ kuzey enlem içinde, yani Akdeniz, Karadeniz, Hazar Denizi arasında yer almaktadır. Bir kısım Ermeni coğrafyacılar ise Ermenistan sınırlarını Anadolu ile Güneybatı Kafkasya arasında kalan topraklar olarak ifade ederler. Ancak Ermenistan sınırları kesin olarak belirlenememiştir. Ermeni tarihçilerinden Parsamyan, Batı Ermenistan sınırlarını Türkiye coğrafyası ile belirlemiştir. Parsamyan’a göre Karadeniz’de, Rize’den başlayan Batı Ermenistan Karadeniz dağlarını aşarak Erzincan, Erzurum, Kars, Iğdır, Muş ve Van illerini içerisine alan geniş bir coğrafyadır.

Ermeni tarihçileri ve coğrafyacılarını genel olarak değerlendirdiğimiz zaman Ermenistan sınırları kesin olmamakla birlikte bugünkü Ermenistan’ın dışında, Gürcistan, Türkiye, İran ve Azerbaycan topraklarının bir kısmını içerisine alan geniş bir coğrafyadır. Büyük Ermenistan coğrafyası, tarihteki Urartu Devleti’nin ulaştığı en geniş sınırlar ile hemen hemen örtüşmektedir.


Yukarıdaki bilgiler ışığında tarihi kaynaklarda geçen Armenia (Ermenistan)’nın Ermenilere ait bir coğrafya olduğu iddialarını irdelemek gerekir. İnsanların coğrafya üzerinde kurdukları hâkimiyet kadar coğrafyaların da insanlar üzerinde etkili olduğu bir gerçektir. Yani milletler veya halklar göç ettikleri coğrafyaya kendi adlarını vermişlerdir. Ancak bu her zaman böyle olmamıştır. Zaman zaman da yerleştikleri coğrafyanın adını almışlardır. İlk Çağ’da bunun pek çok örneği görülmekle beraber tarihi çağlarda da bu durum devam etmiştir. Milletlerin geldikleri coğrafyaya ad vermesi tarihte çokça görülen bir durumdur. Kırım Yarımadası adını İlk Çağ’da buraya yerleşen Kimmerler’den (MÖ 1300-MÖ 300) almıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hinduların yaşadığı coğrafyaya Hindistan, Almanların yaşadığı coğrafyaya Almanya, Frankların yaşadığı coğrafyaya Fransa, Bulgarların yaşadığı coğrafyaya Bulgaristan denildiği gibi, örneğin Mezopotamya kelimesi Helence Mezo (Orta), Potamia (Nehirler) anlamına gelmekte yani, ‘’nehirler ortası’’ manasını taşımaktadır. Bu coğrafyada yaşayanlar ise Mezopotamya halkları olarak adlandırılmışlardır. Babil şehrine yerleşen halk ise Babilliler olarak ün salmışlardır.


Coğrafyanın milletlere ve halklara ad vermesi geleneği İlk Çağ’dan sonra da devam etmiştir. 10. yüzyılın son çeyreğinde kurulan Gazneliler Devleti de adını kurulduğu şehirden yani Gazne’den almıştır.


Bu bilgiler ışığında Armenya adının ''coğrafi bir isim'' olduğunu söyleyebiliriz. Bu coğrafyada MÖ 2000’lerde Hurriler, I. binde Urartular yaşamışlardır. Bu dönemin hiçbir belgesinde Ermenilerden bahsedilmemektedir. Ermenilerin adını ilk defa MÖ 6. yüzyılda Darius Yazıtı’nda gördüğümüzü ifade etmiştik. Dolayısıyla ‘’Ermeni’’ adını daha eskiye götürmek mümkün değildir. Ayrıca, Armenia adı Ermenileri temsil etseydi Ermenilerin kendilerine “Armen” demeleri gerekirdi. Yani Ermenistan Armenlerden gelmeliydi. Hâlbuki Ermeniler kendilerine “Haikh” (tekil olarak Hai – Hay) demişlerdir.


Bu coğrafya ise tarih boyunca, pek çok milletin ve etnik grubun yaşadığı bir coğrafya olmuştur. Ünlü coğrafyacı Strabon da yukarıda açık bir şekilde ifade ettiğimiz gibi bölgenin adını coğrafi bir bölge adı olarak kullanmıştır. Herodot ise Ermenileri, Frigler’in bir kolu olarak görmekte, onlar gibi giyinip, onlar gibi hareket ettiklerini belirtmektedir. Karst ise, Ermeni kabilelerinin bir zamanlar Kuzey Ege’de, Mora’da, Tesalya’nın kuzeyinde Illyria bölgesinde oturduklarını ve buranın yerli halkı olduğunu belirtmektedir. Yazar, Ermenilerin Frig-Trak kabilelerine mensup göçebe kabileler olarak yaşadıklarını ve vatanları olan Illyria’dan doğuya doğru göç etmek zorunda olduklarını belirtir. Bir kısım bilim insanları da linguistik ve etnografik verilere dayanarak ‘’Ermeni’’ adının yabancı ve dışarıdan gelme bir isim olduğunu ifade etmektedirler. Hayk’ların yani Ermenilerin vatanının Tesalya ve Balkan Yarımadası olduğu görüşünde birleşirler. Ermenilerin Anadolu’ya hangi tarihte geldikleri ve MÖ 6. yüzyıla kadar nerede yaşadıkları henüz çözüme kavuşturulamamıştır. Ermeni Tarihçilerinin Tezleri ve ileri sürdükleri görüşlere bakıldığında görülecektir ki ortak bir tez etrafında toplanamamışlardır. Farklı farklı tezler ortaya atan tarihçiler, tezlerini ispatlamak için mitolojiden ve Doğu Anadolu’nun coğrafyasından ve tarihinden faydalanmışlardır.


Ermeni tarihçilerin tezlerini üç ana bölümde toplamak mümkündür.


1. Ermeni tarihçilerden Rahip Alişan’ın görüşüne göre “Hayk” Ermenice “Hay” adının küçültülmüşüdür. Ermeniler kesinlikle yabancıların adlandırdıkları gibi “Armen” değildir. Alişan’ın varsayımından hareket eden Ermeni tarihçilerinin bir bölümüne göre Hay adı Nuh Peygamberin oğullarından Yafes’e dayanmaktadır. Bu teze göre Nuh Peygamber’in oğullarından Yafes’in Hay adlı oğlu olmuştur. Hay 400 yıl gibi uzun bir ömür sürmüş ve çocukları Ermeni milletini oluşturmuştur.


2. Ermeni tarihçilerin bir kısmı da Ermeni tarihini daha erkene götürerek MÖ 15. yüzyılda Doğu Anadolu Bölgesi’nde egemen olan Hayaşalıları ata olarak kabul etmişlerdir. Bu tez, Hititlerin doğu sınır komşusu olan Hayaşalılar’ın coğrafi konumlarını ele almaktadır. Doğu Anadolu Bölgesi’nin kuzey kesimi ile Karadeniz arasında kalan coğrafya Ermeniler için önemli bir coğrafyadır. Kısaca Ermeniler için Büyük Ermenistan topraklarını kapsayan önemli bir coğrafyadır. Coğrafi birlikteliğin dışında Ermeni tarihçilerin diğer bir hareket noktası da “Hay”, “Hayaşa” kelimeleri arasındaki benzerliktir.


3. Ortaçağ Ermeni tarihçilerinden Khoroneli Moses, Ermenilerin atasını Doğu Anadolu’da MÖ 9-6. yüzyıllarda egemen olan Urartular olarak göstermiştir. Moses, Van bölgesine yaptığı seyahatte Van Gölü kıyısında kayalıklar üzerinde yükselen büyük kentin Asur kraliçesi Samiran (ya da Semiramis) tarafından yapıldığını anlatmaktadır. Ortaçağ tarihçileri Urartulara ait bütün sanat eserlerinin Asurlulara ait olduğunu ifade etmişlerdir. Urartuların yaptığı Menua kanalı da Semiramis/Şamran adıyla anılmıştır. Kanallarıyla zenginleşen güzel evleri, üzüm bağları ve bahçeleriyle ünlü bu şehrin kalıntılarını gören Moses, bu şehrin ve Van şehrini oluşturan bu milletin Ermenilerin atası olduğu tezini ortaya atmıştır. Bu tezinin iki temel dayanağı bulunmaktadır. Birincisi Urartu baş tanrısı Haldi’nin Hay milleti ile bağı, ikincisi ise Urartucanın Ermenice ile aynı dil olduğudur. Ermeni tarihçiler bu tezlerin dışında Ermenilerin atası olarak Hititleri ve Frigleri de önermişlerdir. Bu tezlerden Hititlerle ilgili olan kısım bilim dünyasında hiçbir destek bulamamıştır. Friglerle ilgili tez de coğrafi olarak Ermenileri tatmin etmemiştir. Ermeni tarihçilerin tezlerini aşağıda biraz daha genişletelim...


Bu tezlerden birincisini yani Ermenileri Nuh Peygambere dayandıran tez üzerinde durulmayacak. Çünkü bu tez tarihi bir tez olmaktan çok mitolojik bir tezdir. Mitolojiye ait bilgilerin boyutunu uzmanlık sahası olan bilim insanlarına bırakmak daha uygun olur.


Hayaşalılar Ermenilerin Atası mı? Öncelikle tarihi seyir içerisinde irdelememiz gereken Hayaşa – Ermeni birlikteliğidir. Hayaşalıların yaşadığı coğrafya ile ilgili farklı görüşler ileri sürülmüş ise de merkezinin Doğu Anadolu Bölgesi olduğu ve Hititlerin doğusunda yer aldıkları hususunda görüş birliği vardır. Bilim insanları arasındaki görüş farklılığı Hayaşa’nın konumundan ziyade sınırlarının belirlenmesi üzerinedir. Adontz, çekirdek Hayaşa ülkesi olarak Erzurum ve çevresini önermiştir. Garstang, Gurney, Cavaignac ve Koşay ise Hayaşa bölgesini, genel anlamda Kuzey-Doğu Anadolu’ya yerleştirmişlerdir. Pehlivan, bölge ile ilgili çalışmaları değerlendirdikten sonra çekirdek Hayaşa toprakları için Çoruh-Kelkit Vadisi başta olmak üzere, Giresun–Rize ve Erzincan–Erzurum hattı arasında kalan Karadeniz’e paralel konumdaki coğrafyayı önermektedir. Bu görüşe katılmak mümkündür.


Peki Hayaşalılar kimdir? Hurrilerin (MÖ 3000-MÖ 1100) Doğu Anadolu’dan güneye doğru göçleri devam etmekteyken, göçten geriye kalanlar normal hayat tarzlarını koruyarak geçimlerini hayvancılık ve tarımla sağlamışlardır. Herhangi siyasi bir örgütlenmeleri ile ilgili bir veri yoktur. Hurrilerin halefleri olan Hayaşalılar başlarında bulunan ihtiyar heyeti, yaşlı bir şef veya aile (kabile-boy) reisi tarafından yönetilmişlerdir. Hayaşalıların bilinen ilk lideri Karanni’dir. Bu lider etrafında toplanan Hayaşalılar, Hitit topraklarına saldırmışlardır. Hayaşalılarla ile ilgili kayıtları da Hitit kaynaklarında bulmaktayız. Hayaşalılar, Hititlerle olan mücadeleyi millî politika haline getiren Kaşkalarla aynı doğrultuda hareket etmişlerdir. Bu ortak düşmanlık Hayaşalılarla Kaşkaları dost yapmıştır. Hayaşa-Hitit ilişkilerinde ilk büyük savaş Kummaha Savaşı’dır. Şuppiluliuma komutasındaki ordu, Hayaşa üzerine saldırmış ve onları geri çekilmek zorunda bırakmıştır. Bu savaş Hayaşalıları merkezi topraklarından uzaklaştırmamıştır. Kummaha Savaşı’ndan sonra yapılan Hukkana Antlaşması’yla karşılıklı güven ve saldırmazlık sağlanmıştır. Aynı zamanda Hitit kralı kız kardeşini Hayaşalı Hukkana ile evlendirerek akrabalık bağı kurmuştur. Hukkana Antlaşması ile Hititler ile Hayaşalılar arasında elli yıla aşkın bir dostluk ve saldırmazlık dönemi oluşmuştur. Hitit tahtına çıkan Murşili II MÖ 1337’den başlamak üzere yaptığı Hayaşa seferlerinden ancak MÖ 1333’de yaptığı son seferde sonuç almıştır. Art arda yapılan planlı seferlerden sonra Hayaşa, Hititler için problem olmaktan çıkmıştır. MÖ 3000' lerde Doğu Anadolu’da egemen olan Hurrilerle Hayaşalıların aynı soydan geldiğine dair herhangi bir tereddüt yoktur. Hurrilerin toplumsal yapısı ve hayat tarzının Hayaşa’da da devam ettiği görülmektedir. Hurriler, yüzyıllar boyu Doğu Anadolu topraklarında sürdürdükleri her türlü mirası ve kültürel geleneği kendilerinden sonra gelen Hayaşalılara devretmişlerdir.


Peki Hayaşalılar, Hurrilerin devamı olduğuna göre Hurriler kimdir?..

MÖ 3. binyılın sonlarında Güneydoğu Anadolu Bölgesini ve kuzey Mezopotamya’yı (Musul ve Kerkük) içine alan coğrafyaya Hurriler hâkimdiler. MÖ 3. binde ortaya çıkan Hurriler, MÖ 2. binlerin Ön Asya tarihinde önemli rol oynamışlardır. MÖ 18. yüzyıldan itibaren bir takım Hurri memleketlerinden söz edilmektedir. Geniş anlamda Hurri ülkesinin sınırları kuzeyde Kafkaslardan, güneyde Suriye ve Yukarı Mezopotamya’ya, batıda Toroslardan, doğuda Urmiye Gölü’ne kadar uzanıyordu. MÖ 2. binin ilk yarısında Hurrilerin merkezinin Van Gölü çevresi olduğu bilinmektedir. Söz konusu tarihi dönemle ilgili yazılı belgelerin azlığı ve yeterince araştırma yapılmaması bu konudaki bilgilerimizi sınırlamaktadır. Akad, Sümer, Ur, Mari, Ugarit, Mısır ve Hititlere ait kaynaklarda Hurrilere rastlanılmaktadır. Hurrilerden Tevrat’ta Horim (Horites) (Gen. 14,16; 36,20) olarak bahsedilmektedir. MÖ 1950-1790 tarihleri arasında Orta Anadolu Kültepe metinlerinde az miktarda Hurri adına rastlanılmıştır. Mari belgelerinde de Hammurabi (MÖ 1728-1686) döneminde Hurrice dini metinler bulunmuştur. Belgelerden anlaşıldığına göre Hurri-Mitanni Devleti’nin sınırları doğuda Kerkük’ten, batıda Akdeniz’e kadar uzanmaktaydı. MÖ1550-1350 tarihleri arasında Yakın Doğu’nun en kudretli devletlerinden biri olan Hurri-Mitanni Devleti’nin merkezi bugünkü Suriye-Resülayn bölgesinde bulunduğu kabul edilen Vassugani şehridir. Hurri kültürünün zenginliği özellikle Hititleri çok etkilemiştir. Boğazköy arşivlerinde MÖ 13. yüzyıl sonlarına kadar giden belgelerde Hitit dini ve mitolojisinde Hurri unsurları görülmüştür. Ayrıca Yazılıkaya açık hava tapınağında Hurri tanrı ve tanrıçaları yer almaktadır. Hurrilerin baş tanrıçası Hepat ve onun eşi Teşup başta olmak üzere Hurri tanrı ve tanrıçaları Hitit panteonunda yer alır. Yine kral ve kraliçelerinden bir kısmı dinî etkiyle Hurri adını taşımışlardır.

MÖ 2. binin ortalarında Hitit kralı Şuppiluliuma’nın başarılı seferleri ile Hurriler, Hitit Devleti’nin vasal devleti haline gelmiştir. MÖ 1200 yıllarında meydana gelen Deniz Halkları Ege göçleri ve Hitit İmparatorluğu’nun yıkılması sonucunda Hurri-Mitanni Devleti de tarih sahnesinden çekilmiştir.


Hayaşa tarihi, dolayısıyla Hurri tarihi ile ilgisi olmayan Ermenilerin filolojik açıdan da Hurrice ile bir bağı yoktur. Hurri dili Türk dilleri gibi “agglutinative” yani “bitişken-eklemeli” karakterdedir. Hurricenin Ural-Altay Türk dilleri ile bir benzerliği bulunmaktadır. Ermenice ile ortak noktası yoktur. Ermenice Hint-Avrupa dillerinin “Satem” grubundadır. Hurrice ile Urartuca’nın morfoloji (sözcüklerin iç yapısını inceleyen-biçimbilim), fonoloji (ses bilimi), sentax (söz dizimi) ve vocabular (kelime-söz varlığı) açısından bir akrabalık ilişkisinin varlığı kabul edilmektedir. Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere, Hayaşalıların Ermenilerin atası olması halinde Hurrilerin de Ermenilerin atası olması gerekirdi. Bu da tarihi ve filolojik açıdan olası değildir.

Urartular Ermenilerin Atası mı? Bazı Ermeni tarihçilerin diğer bir iddiası ise Urartuların Ermenilerin atası olduğudur. Urartularla ilgili önemli bilgilerin bulunduğu belgeler Asur kaynaklarıdır.


Asur yazıtları incelendiğinde, MÖ 13 yüzyılda merkezi Van Gölü ve çevresi olan ve Batı İran’a doğru genişleyen bölgede Nairi ve Uruatri beyliklerinin yaşadığı anlaşılmaktadır. Uruatri ve Nairi beylikleri Hurri veya Proto-Urartu kabile liderlerinin idaresi altında idiler. Hurrilerle Urartuların aynı kök kültürden gelmiş olmaları bu konuda etkili olmuştur.


Urartu Devleti’nin yayılmış olduğu coğrafya kuzeyde Gökçegöl-Bayburt, batıda Malatya, güneyde Halep ve Musul, doğuda ise Urmiye Gölü sahası ve Hazar Denizi yakınlarına kadar genişlemiştir. Bu durum MÖ II. binde Hurri Devleti’nin sınırlarına ulaşıldığını göstermektedir. Urartuların Ermenilerin atası olduğunu ileri süren bazı Ermeni tarihçiler bu iddialarını ispatlamak için Urartu baş tanrısı Haldi’den yararlanmak istemişlerdir. Çıkış yolu olarak ‘’Haldi’’ kelimesini görmüşlerdir. Ermenicedeki haltik-hk sözünü Urartu baş tanrısı Haldi sözünün devamı olarak kabul etmişlerdir. Böylece Ermeniler, Ermeni tarihini MÖ 9. yüzyıla hatta MÖ 13. yüzyıla kadar götürmüşlerdir.

Urartu Devleti ile alakalı çalışmalara ilginin artması sonucu Urartu tarihine ait pek çok bilgiye ulaşmış bulunmaktayız. Urartu Devleti’nin Nairi-Urartu beyliklerinin birleşmesi ile oluşan bir devlet olduğu bilim dünyasında kabul edilen bir görüştür. Bu feodal beyliklerin veya kabilelerin siyasi birliğinin gerçekleşerek, bir devlet haline gelmesi ancak MÖ 9. yüzyılın ortalarında olmuştur. Asur kaynaklarında ilk Urartu Kralı olarak Aramu’nun adı geçmektedir. Urartu Devleti’nin gerçek manada kurucusu Lutipri oğlu Sarduri (MÖ 840-830)’dir.

Urartular’ın ilk başkenti Antik Tuşpa'dır (Van Kalesi). Bu kaleyi Urartu Kralı I. Sarduri MÖ 9. yüzyılın ortalarında yaptırmıştır. Sarduri Burcu (Madır Burcu) bu girişin batısında bulunur. Bu burçta I. Sarduri’nin Asur diliyle yazdırdığı çivi yazılı kitabeler vardır. Tuşpa’yı (Van) başkent olarak kurmuş ve devletinin kendi tarihini yazmaya başlamasını sağlamıştır. Sarduri I, kurduğu Van Kalesi’nin kuzeybatı eteklerinde “Sarduri Burcu”nun duvarına çivi yazısı ile Urartuların ilk yazılı belgelerini oluşturmuştur. Urartu devletinin beylikler dönemi de dikkate alındığında yaklaşık 600 yıl boyunca Doğu Anadolu tarihine damgasını vurduğu görülür.

Çeşitli maden alaşımlarından yapılmış Urartu Kazanları…

Pek çok alanda Anadolu tarihinde gelişme sağlayan Urartular özellikle madencilik ve hidroloji alanlarında atılım yapmışlardır. Doğu Anadolu’nun zengin maden yataklarında bilinçli üretim yapmışlardır. Özellikle altın, gümüş, kurşun, bakır ve demir yataklarını büyük oranda işletmişlerdir. Yapılan üretim malzemelerini kendileri kullandıkları gibi günümüz Yunanistan anakarasına kadar pek çok bölgeye ihraç etmişlerdir. Urartu Krallığı maden endüstrisi ürünleri günümüzde ülkemizin dışında Azerbaycan, İran, Gürcistan, Rusya, İsrail, Avrupa birliği ülkeleri, Japonya ve Amerika müzelerinde de sergilenmektedir. Bu çok kıymetli eserler arasında heykel, alet, mobilya kaplamaları, at koşum takımları, araba, çeşitli silahlar, takılar ve bronz eşyalar yer almaktadır.

Yaklaşık 51 kilometre uzunluğundaki Menua Kanalı Van’ın güneydoğusundaki Gürpınar ovasından başkent Tuşpa’nın bulunduğu Van Ovası’na tatlı su taşımaktadır. Su kaynağı deniz seviyesinin 1760 metre yüksekliğindedir. Menua Kanalı’nın son bulduğu yer ise deniz seviyesinden 1700 metre yüksekliktedir.





Urartu Krallığının Anadolu’da büyük bir hidrolojik endüstri geliştirdikleri bilinmektedir. Doğu Anadolu’da yaptıkları baraj, gölet ve sulama kanalları ile bölge ekonomisinin hayvancılıktan tarıma geçmesini sağlamışlardır. Bölgede modern tarımın temelleri Urartular döneminde atılmıştır. Urartuların elde ettiği tarım ürünleri arasında buğday, kılçıklı buğday, arpa, susam, nohut, bakla, bezelye, darı, çavdar, mercimek, üzüm bulunmaktadır. Urartu kale kazılarında ortaya çıkarılan depo odaları ürün zenginliğini sergilemektedir. Urartu kralları tarafından bölgede yapılan barajlar, göletler ve sulama kanalları kendilerinden sonra gelen milletler ve medeniyetler tarafından da kullanılmıştır. Bu yapıların en ünlüsü ve günümüze kadar varlığını devam ettiren 51 km uzunluğundaki Menua (Semiramis) sulama kanalıdır. Urartu krallığının yükselme döneminde Doğu Anadolu varlıklı bir hayat sürmüştür. Geniş çaplı imar faaliyetlerinin yanı sıra idari ve ekonomik alanda da yenilikler yapılmıştır.

Urartu Devleti’nin parlak döneminin sona ermesinde kuzeyden gelen “Atlı Kavimler”in Kimmer ve İskitler’in rolü büyüktür. Urartu kralı I. Rusa’nın MÖ 715’te Kimmerlere karşı mağlup olduğunu Asur kaynaklarından öğrenmekteyiz. Bu yenilgi de Asur için bir fırsat olmuş ve MÖ 714’te Asur kralı II. Sargon, Urartu kralı I. Rusa’yı ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu yenilgi Urartu kralının intiharıyla sonuçlanmıştır. Daha sonra kuzeyden gelen İskit akınları ise Urartu Devleti’nin yıkılışında önemli rol oynamıştır. Başta Çavuştepe olmak üzere pek çok Urartu kalesinin yıkılışına İskit saldırıları neden olmuştur. Urartu Krallığı’nın ortadan kalkmasında İskitler ve Medlerin rol oynadığı bilinmektedir. Urartular ile ilgili son bilgiler, Babil kroniklerinde (MÖ 609’a tarihlenmektedir) ve Eski Ahit’te geçmektedir. Gücünü ve etkisini yitiren Urartu Krallığı, muhtemelen MÖ 585’te Kızılırmak Savaşı’na giden Med Kralı Kyaksares tarafından ortadan kaldırılmıştır.


Bazı bilim insanları, Urartu dili Urartucanın henüz okunamadığı dönemde bu dilin Ermenilerin atalarına ait bir dil olduğunu ifade etmişlerdir. 1800’lerin sonunda Urartu yazıtları yazılışlarındaki benzerliklerinden dolayı Asurca olarak değerlendirilmiştir. Sovyet bilim insanları Urartucayı çözümlemek için çalışmalar yürütmüşlerdir. 1871’de Lenormant Gürcüce yardımıyla Urartucayı çözmeye çalışmıştır. Mordtmann ise aynı şeyi Ermenice ile yapmayı denemiştir. Ancak her iki bilim insanı da başarısız olmuşlardır. Viyanalı Katolik rahip olan, eski dillerle ilgilenen König, Urartu yazıtlarını topladığı eserine “Haldice Yazıtların El Kitabı” (Handbuch der Chaldischen Inschriften) adını vermiştir. Ermeniler “Haldice” terimini kullanarak Urartu ülkesinin yeni sahipleri olduklarını vurgulamaya çalışmışlardır. Tanrı Haldi aynı zamanda Ermenileri ata olarak Urartulara bağlayan önemli bir simge olmuştur. Urartucanın çözümü için pek çok bilim insanı çalışmalar yürütmüştür.


Son dönemde gerek yazıtların çözümlenmesi gerek yapılan kazıların sonuçları gerekse tarihi coğrafya çalışmaları temel alınarak yazılan eserler Urartu Devleti’nin yapısı, coğrafi ve jeolojik özelliklerini ortaya koymuştur. Hurrice ve Urartuca arasındaki yakınlığı bazı bilim insanları “Teyze / Yeğen” gibi akrabalık ilişkisi olarak değerlendirirler.


Sovyet bilim insanlarından Melikishvili bu birlikteliği şöyle ifade eder: “Urartu dili, Hurca’nın geç bir diyalektiği değildir. Fakat bir kökten, aynı atadan çıkarak gelişmiş olan farklı bir dildir.” Goetze ise: “Katiyetle …… Urartu dili, Hurca’nın daha yeni bir diyalektiğidir.” şeklinde tanımlamaktadır.


Görüldüğü gibi Hurrice ile Urartuca arasında yakın ilişki vardır. Ermenice ile Urartuca arasında ise bütün zorlamalara rağmen bir yakınlık söz konusu değildir. Bilindiği gibi Ermenice Hint-Avrupa dil grubuna aittir. Urartuca ile hiçbir bağı yoktur.


Bütün bu bilgilerden anlaşılacağı gibi Urartuların Ermenilerin atası olması tezi bilimsel olarak mümkün değildir.

Kutsal Ağrı Dağı - Son olarak Ermenilerin “Kutsal Dağ” olarak ifade ettikleri Ağrı Dağı yani “Ararat” Dağı’nı ele alalım. Ağrı Dağı sadece coğrafi bir değer olarak görülmemiştir. İlk Çağ’dan günümüze kadar Kutsal Dağ olarak önemini korumuştur. Bu da kutsal kitaplarda Tevrat, İncil ve Kuran’da Nuh Efsanesiyle ilgili olan kısımda yer almıştır. Coğrafi olarak Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan Ağrı Dağı 5173 m yüksekliği ile Türkiye’nin en yüksek dağıdır. Bu dağ sadece Türkiye’nin değil komşu ülkeler olan İran, Ermenistan, Nahcivan, Azerbaycan ve Gürcistan’ın da kutsal dağıdır.


MÖ III. binde Hurrilerin Doğu Anadolu tarihine damga vurduğu dönemde dağlar kutsal sayılmıştır (Kadim Asya Şamanizmindeki Dağ Kültü). Hurriler, yüksek dağların tanrılarına hayvan kurban etmişlerdir. Hurrilerin devamı olarak Doğu Anadolu’da MÖ I. binde egemen olan Urartulara “Urartu” adını Asurlular vermiştir. Urartu adı dağlık ülke anlamında kullanılmış coğrafi bir deyimdir. Urartular kendilerine “Biainili” demişlerdir. “Bian” kelimesinden yani “B” ve “V” harfleri dönüşümüyle bugünkü “Van” kelimesinin oluştuğu bilim dünyasında kabul görmüştür.


Tevrat’ta Ağrı Dağı’nın adı “Ararat” olarak geçmektedir. “Ararat” kelimesi sanıldığı gibi Ermenice değil İbranicedir. Ağrı Dağı’nın adı Tevrat’ta “r-r-t” olarak geçmektedir ve şu ifadeler ile yer almaktadır : “Sular yeryüzünden çekilmeye başladı. 150 gün geçildikten sonra sular azaldı. Gemi yedinci ayın 17. günü Ararat Dağına oturdu.”


Ermeniler ise Ağrı Dağı’nı “Masis” olarak adlandırmaktadırlar. Masis adı Ermenicede “Yüksek Dağ” anlamına gelmektedir. İslami dönemde ise İranlılar bu dağa “Kuh-ı Nuh” adını vermişlerdir. Araplar da aynı adı kullanmış olmakla birlikte “Cebelu’l Huveyris” de demişlerdir. MÖ 13. yüzyıldan itibaren Asur yazılı belgelerinde daha sonra Tevrat’ta kullanılan “Hari Ararat” adı daha sonra Ermeni efsanelerine girmiştir. Orta Çağ Ermeni tarihçisi Khoroneli Moses, Ara ile Semiramis aşkını anlattığı efsanede Iğdır Ovası’nı “Ararat Ovası” olarak adlandırmıştır.


Türkler ise bu dağa “Ağrı Dağı” ya da “Egri Dağı” adını vermişlerdir. “Ağrı Dağı” Yakut Türkçesinde “Kocaman” ya da “Tanrı” anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi “Ararat” ve “Ararat Dağı”nın Ermeniler ve Ermenice ile herhangi bir alakası yoktur.


Kısaca Ermenilerin Orta Çağ dönemlerindeki durumuna da bakmak faydalı olacaktır…


Doğu Roma (Bizans) egemenliği altında dini ve sosyal açıdan baskılanan Ermeniler, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde hiçbir dönem sahip olmadıkları hak ve özgürlüklere sahip oldular. Peki ''Sadık Millet'' olarak adlandırılan Ermeniler nasıl oldu da ortak ulus ve devletimiz için tehlikeli bir hal almaya başladı ? Parçalanmanın eşiğinde ve büyük bir dış tehdit altında olan Osmanlı, 1915 yılında bir kısım Ermeni işbirlikçi ve komitacıların vatana ihanetini ve devlete isyanlarını gözönünde bulundurarak, sadece vatandaşlarının yerleşim yerlerini değiştiren bir tehcir yapmış olduğunu biliyoruz. Yüzyıllar boyunca mezhepleri yüzünden (Gregoryan) Ermenilere katliam dahil bir çok kötülüğü reva gören ‘’Batı’’ zihniyetinin son yüzyılda aynı toplumun haklarının savunuculuğuna soyunması nedendir ??


3. Yüzyıldan itibaren Hristiyanlığı kabul eden Ermeniler, kendilerini bu din ile tanıştıran Aziz Gregor’un ismini ‘’Lusavoriç-Aydınlatıcı’’ olarak değiştirdiler. Böylece Katoliklik ve Ortodoksluktan ayrı olarak kendi Gregoryen mezheplerini kurdular ve tarih boyunca mezheplerini değiştirmeleri için Ortodoks Doğu Roma rumlarının ve Katolik haçlıların baskılarına maruz kaldılar. Dağınık ve küçük gruplar halinde yaşayan Ermeniler siyasi örgütlenme oluşturamamışlar, buralarda yaşayan diğer halklar gibi büyük devletlerin hükmü altına girmişlerdi.


Sözkonusu dönemlerde (MS 3-7. Yüzyıllar arası…) kimi zaman Zerdüşt Sasani kimi zaman da Doğu Roma Devletlerinin hükmü altında yaşamaya devam ettiler. Ortodoks Doğu Roma döneminde dini baskılar ve ağır vergiler altında huzursuz ve yoksul yaşayan Ermeniler, Müslümanlığın bölgede yayılmaya başlamasından sonra onların yanında yer alınca Doğu Roma’ya bir tehdit oluşturdular. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi Doğu Roma düzenlediği seferlerde Ermenileri öldürüp topraklarını yağmaladı. 653 Yılında birleşen Ermeni-İslam ittifakını yıkmaya çalıştı. İmparator 2. Constance Ermeniler’e elçi gönderip Araplar’dan uzak durmalarını istedi. O güne kadar Rumlardan çeşitli işkenceler gördüklerini ileri sürerek Arap Müslümanların yanında yer almaya devam ettiler. Bunun üzerine 2. Constance 100.000 kişilik bir orduyla 654 yılında Doğu Anadolu’ ya doğru hareket etti. Erzincan bölgesindeki yaklaşık 800 Ermeni aileyi Kuzey Afrika’ya sürdü. Doğu Roma askerleri büyük bir katliam düzenlemeye hazırlanırken Müslüman ordularının büyük bir mukavemeti ile karşılaşıp İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldılar. Bu, Müslümanların Ermenilerin hayatlarını kurtardığı ne ilk ne de son olay olacaktı.


Daha önce de belirttiğimiz gibi, küçük ve dağınık gruplar halinde yaşayan Ermeniler kimi zaman Doğu Roma’nın kimi zaman ise Arap Emeviler’in yanında yeraldılar. 685 Yılından sonra İmparator 2. Justinianus Kafkasya üzerine bir sefer düzenledi ve buradaki Emevi yönetimine son verdi. İmparator 4. Constantinus 794 yılında Anadolu’nun içlerine girmeye çalışan ve kendi yanında yer almayan Ermeniler’i Sicilya’ya sürgün etti. Doğu Roma hem günvenmediği hem de rahatsız olduğu Ermeniler’i tehcir etmeyi adeta bir gelenek haline getirmişti. Ermeni kitleler çoğu zaman kendilerine destek olup rahat bir yaşam vaad eden dönemin Abbasiler’iyle birlik olurken, Doğu Roma’nın baskı ve talepleri karşısında kolay taraf değiştiriyorlardı.


870’li yıllarda 1. Basileos, kuzeyde Kafkas coğrafyasında Türk Hazar Devleti’nin Abbasiler’i zayıflatmasından yararlanır ve Abbasiler’e karşı başarılı seferler yaparak bölgedeki küçük Ermeni gruplarına daha ılımlı yaklaşır. Buna karşılık, Abbasiler bölgedeki Ermeni derebeylerini yanlarına çekmek için 1. Aşot’u 882 yılında Ani Kalesi yöneticisi olarak tanırlar. Bunun üzerine 888 yılında 1. Basileos ta Aşot’ u ‘’kral’’ olarak tanır. İki güç arasında gidip gelen Ani derebeyi 1. Basileos ile ittifakı seçer.


10.Yüzyılın son çeyreğinde Doğu Roma imparatoru 1. Ioannis zamanında Ani derebeyi Aşot, Halep ve Musul cıvarına yapılan seferlerde Doğu Roma’ya yardımlarda bulunur. Bu dönemde Ermeniler’in Vaspuragan, Ani, Kars ve Lori olmak üzere dört derebeyliği vardı. 1020 yılında Doğu Roma Azerbaycan’daki Türk yurduna kadar olan bölgeyi ilhak etme politikası güttü. 1040’lı yılların başlarında Ani derebeyi Ohannes’in ölümü sonrası burayı ele geçirmek isteyen Doğu Roma direnen Ermeniler’i bir kez daha kılıçtan geçirdi. Yeni Ani derebeyi 2. Gagik görüşme için İstanbul’a çağırıldı. Ani’yi teslim etmemesi üzerine zincire vuruldu. Ani’ de direnen Ermeniler tekrar kılıçtan geçirildi ve Gagik Kars’a gönderildi.


Çağrı Bey komutasındaki Türk akıncıların 1018’li yıllarda doğuda görülmeye başlamasıyla Vaspuragan derebeyi Senekerim, imparator 2.Basileos’tan yardım ister. Bunun üzerine imparator Ermeniler ile birlikte tüm Doğu Anadolu’yu ilhak ederek topraklarına katar. Türk Müslümanlarla işbirliği yapmalarından çekinen Doğu Roma, içinde Ermeniler’in de bulunduğu bölge halkını Orta Anadolu’ya göç ettirir. 1915 tehcirinden önce Sivas, Erzincan, Kayseri, Nevşehir ve cıvarlarındaki Ermeniler yaklaşık 1000 yıl önce Doğu Roma tarafından tehcir ettirilen Ermeniler’dir.


Doğu Roma’lı casuslar Ermeniler’in isyan haberlerini imparatora bildiriyorlardı. İmparatorluk kontrolünün aksadığı dönemlerde Rumlar ve Ermeniler arasında da olaylar yaşanıyordu. 1018’lerden itibaren Selçuklu Türkmenleri akın akın Anadolu içlerine girerler. Bölgedeki Ermenilerin sayısı tehcir ve savaşlar nedeniyle oldukça azalmıştır. Müslüman Türkler Anadolu’ya girdiklerinde bölgedeki kontrol Doğu Roma’dadır. 1048 Yılında İbrahim Yınal ve Kutalmış Bey’ler Pasinler’de Ermeni ve Rum kuvvetlerini yenilgiye uğratırlar; böylece Doğu Roma’nın Anadolu’daki kontrolüne darbe vurulmuş olur. Selçuklu Türkmen akıncıları kısa süre içerisine Denizli ve Konya cıvarlarında görülmeye başlarlar. Orta Anadolu’da huzur bulamayan Ermeniler’den bir grup Çukurova geçer, Rumeli’ye geçenler ise Doğu Roma tarafından imha edilir. 1064 yılında Sultan Alparslan ‘’alınamaz’’ denilen Ani Kalesi’ni feth eder. Kars’ta bulunan 2.Gagik Sultan’a bağlılığını bildirse de Kars’ı Doğu Roma’ya bırakır ve Kayseri cıvarına yerleşir. 10. Konstantinos Dukas’ın, Senekerim’in oğullarını İstanbul’a davet edip Ortodoks mezhebine göre vaftiz etmek istemesi Rumlar ve Ermeniler arasındaki mezhep mücadelesinin en belirgin örneklerinden biridir.


İmparator Romen Diojen Selçukluları ve Denizli’ye kadar gelen Türkleri ortadan kaldırmak üzere 1071 de sefere çıkar. Senekerim’in oğulları olan Aton ve Abusah Sıvas’ta imparatoru karşılayıp biat ederler. Ancak Rumlar imparatora Ermenilerin sürekli kendilerine saldırdıklarını, kiliselerini yağmaladıklarını ve Türk beyi Elbasan’a yenildikleri savaşta kendilerini yalnız bıraktıklarını söylerler. Romen Diojen ise iddiaların doğruluğunu araştırmadan ‘’Türkleri yendikten sonra tekrar geleceğim; Ermenileri sürgün edeceğim ve mezheplerini yeryüzünden sileceğim’’ diye yemin eder, sözler verir. Sıvas’a acımasızca saldırıp büyük bir yağma hareketi başlatan Diojen’in askerleri Sıvas cıvarında hiçbir Ermeni bırakmayacaklarına dair Rum halka söz verirler.

Bu olaylar karşısında Ermeni Boğasak ailesi ve tüm fertleri Sultan Alparslan’ın huzurunda İslamiyeti seçmişler ve Sultan’ın izniyle Siverek cıvarına yerleştirilmişlerdir. 1071 Malazgirt savaşında Doğu Roma ordusunda Ermeni askerleri de vardır. İmparatora nefretlerinden dolayı ilk fırsatta savaş alanını terk ederler.


1072 Yılında Sultan Melikşah Ani’de Ermeni heyeti kabul eder. Ermeni heyetin ‘’Vergilerin düşürülmesi, din adamlarından vergi alınmaması, kiliselerinin onarılması’’ gibi istekleri Sultan tarafından kabul edilir. Azerbaycan valisi İsmail, Ermeni kilise, manastır ve din adamlarını Büyük Selçuklu Devleti himayesi ve güvencesi altına alır.

Palu’da bulunan bir Ermeni komutan Malazgirt Savaşı sonrasında Maraş cıvarına gelerek etrafında kendi kitlesini toplar. Sultan Melikşah huzuruna çıkarak ona tabi olmak istediğini bildirir. 1084 yılında Urfa’ya vali olarak gönderilen Bozan bölgede yaşayan Ermeni ve Müslümanların şikayetlerini dinler. Urfalı Matteos, Türklerin idaresine geçtikten sonra Urfa ve havalisinin asayişe kavuştuğunu anlatır.


1071 büyük zaferi sonrası Türk akınları batıya yönelir. Doğu Roma’nın dışlayıcı politikalarıyla yalnızlaşan ve nüfusları ciddi şekilde azalan Ermeniler Türklerin adil ve barışçı yönetimine canı gönülden katılırlar. Açık olarak şu söylenebilir ki Türkler olmasaydı Rumlar Anadolu’da tek bir Ermeni bırakmayana kadar ileri gideceklerdi.


1081’de Anadolu’da Türkler ile işbirliği yapan Ermenilere kızan imparator 1. Aleksios İstanbul’daki en büyük Ermeni kilisesini yıktırıp, kutsal eşyaları şehir meydanında yaktırır.


Anadolu Selçuklu Türk döneminde, Arisdages, Matheos, Samuel, Vardann, Simbat, Vahram, Krigos ortaçağ Ermeni yazar ve tarihçileri Türklerin Hristiyanlara karşı gösterdiği iyi tutum hakkında kayıtlar oluşturmuş ve Melikşah için ‘’Baba’’ ifadesini kullanmışlardır.


1.Kılıçarslan Hristiyan Batı dünyası ve Haçlılarla savaşmasına rağmen tebaası olan Ermenilere hiçbir zarar vermemiştir. Matheos ‘’Sultan Kılıçarslan muharebede öldü; Hristiyanlar onun için büyük matem tuttular; çünkü o herbakımdan çok iyi bir insandı…’’ diye ifade eder.


Orta Anadolu’dan Çukurova’ya inen Ermeniler 1130 yılında Antakya Haçlı Kontluğu’nun saldırılarını Danişmendlilerin yardımıyla durdururlar ve Danişmendlilere tabi olmayı ve vergi vermeyi kabul ederler.

Türkiye Selçuklu siyasetinde de önemli roller oynamaya başlayan Ermeniler kendi kiliselerini ve inançlarını Anadolu’nun çeşitli yerlerinde devam ettirme imkanı bulurlar. Kayseri, Malatya, Sıvas ve Niksar’da serbestçe kilise toplantıları düzenleyebilmişlerdir. Sultan’a bağlı kalmışlar, ölen sultanlar için yas tutmuşlardır.

Türkiye Selçuklu tarihinde Hristiyanlara yönelik tek bir kovuşturma hadisesi olmamıştır. Kilikli Ermeni yöneticisi 2.Toros ile Selçuklu Sultanı 1.Mesud arasındaki yazışmalar dikkat çekicidir. Doğu Roma’nın teşvikiyle Çukurova’ya sefer düzenleyen 1.Mesud Toros’a haber gönderip ‘’Ben senin memleketini tahrip etmeye gelmedim. Bize itaat bildir. Rumların elinden almış olduğun yerleri iade et, biz sana dost kalacağız.’’ Der. 2.Toros ise verdiği cevapta ‘’Bir hükümdar olan sizlere gönül rızasıyla itaat ediyoruz. Çünkü sizler bizim yükselip gelişmemizi hiçbir zaman kıskanmamış ve memleketimizi tahrip etmemişsiniz. Fakat bizim memleketimizi Rumlara vermek hususuna gelince bunu asla kabul etmeyiz.’’ demiştir.


Tüm bu tarihi gerçekler Doğu Roma’nın ve Türklerin Ermenilere bakış açısını ortaya koyan önemli örneklerdir. 1081 Yılından itibaren İstanbul’da kiliseleri olmayan Ermeniler Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi (1453) ile kendi kiliselerine kavuşurlar. İstanbul’daki ilk Ermeni cemaati Fatih döneminde kurulur. Fatih, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden zanaat, mimarlık ve ticaret ile uğraşan Ermenileri İstanbul’a getirtir. Orhan Gazi devrinden beri Bursa’da bulunan Ermeni piskoposluğu İstanbul’a taşınır. Ermeni Patrikliği’nin kuruluşu da 1461 olarak kayıtlıdır.


1475’te Ermeni nüfusu zirve yapmış hatta Türkçe isimler almışlar, dinleri farklı olsa da Türk geleneklerine göre yaşamışlardır. Tarihleri boyunca görmedikleri refaha Osmanlı sayesinde ulaşmışlardır. Yavuz döneminde Tebriz, Kahire, Erzurum ve Muş cıvarında zanaatkar 700 aile İstanbul’a özel olarak getirtilmiştir.


Osmanlı Devleti döneminde gayrı müslimler; din özgürlüğünden faydalanır, din değiştirmeye zorlanmaz, kendi ibadethanelerini açabilir, can ve malları devlet tarafından korunurdu.


Osmanlı idaresi altındaki Ermeniler yüzyıllarca Müslüman Türklerden bir saldırı görmeden yaşadılar. Şehirlere özellikle İstanbul’a yerleşen Ermeniler oldukça zenginleştiler.


Bu güvenceler ile yaşayan ve sadık millet olarak adlandırılan Ermeniler nasıl oldu da Türkler için tehlikeli bir hal aldılar ?...


Rusya, Osmanlı’nın son yüzyılında Hristiyan halklar üzerinde söz sahibi olunca Ermenileri Türklere karşı sürekli tahrik etmeye başlar. 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) bunun bir dönüm noktası olur.


Bilindiği gibi 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında yani 93 Harbi'nde Osmanlı'nın yenilgisi üzerine Berlin Antlaşması imzalanmıştı. Alınan karara göre Rus ordusu Erzurum'dan geri çekilmiş ama Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u almıştı. Bu şehirler verilen mücadele ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921'de imzaladığı ''Moskova Antlaşması'' ile geri alınmıştı.


Ruslar Ermenileri kullanarak sıcak denizlere inmek isterken İngilizler de yine Ermenileri kullanarak Rusları durdurmak ister (yani tarih tekerrür etmeye başlar). Amerika’nın ise Anadolu’da yaptığı misyonerlik faaliyetleri öyle bir düzeye gelir ki aynı ailede protestan, katolik ve ortodoks Ermeniler bulunmaya başlamıştır.


Anadolu’daki Ermeniler başta Rusya olmak üzere Amerika, Fransa ve İngiltere tarafından yürütülen propagandalarla Türklere düşman edilirler. Rusya’da özel olarak yetiştirilen Ermeni gençler, kullanılmak üzere Kafkasya ve Doğu Anadolu’ya gönderilirler ve korkunç katliam ve ayaklanmaların planlayıcısı olurlar. Hayalleri bölgede yaşayan Türk ve Kürtleri yok ederek ‘’Büyük Ermeni Devleti’’ ni kurmaktır.


Aslında Ermenilerdeki hareketlenme yeni değildi; 19. Yüzyılın başlarından itibaren artık her yönüyle dağılmaya başlamış olan devlete karşı örgütlenmişlerdi; 1860’lı yıllarda başlayan isyan ve ayaklanmalar, 1890’lı yıllardaki Sason isyanlarıyla terör hareketlerine dönüşmeye başlamıştı. Anadolu’nun pek çok şehrinde kundaklama, katliam gibi eylemler kendini fazlasıyla gösteriyordu.


II.Abdülhamit döneminde 1890 yılında, Doğu Anadolu’da merkezî otoritenin sağlanması, devletin etkin olacağı yeni bir sosyopolitik dengenin kurulması, aşiretlerin askerî gücünden faydalanılması, bölgede Ermeniler’in sürdürdüğü faaliyetlerin engellenmesi ve muhtemel bir Rus saldırısına karşı bölge savunmasının güçlendirilmesi için Hamidiye Hafif Süvari Alayları teşkil edilmiştir. Doğu Anadolu’da yaşayan Arap, Kürt, Türkmen ve Karakalpak aşiretlerinden başlangıçta yirmi bir alay olarak kurulması planlanan alayların sayısı, gösterilen büyük ilgiden dolayı 1892’de 45, 1893’te 56, 1894 Ağustosunda 58, 1898’de 60 ve 1901’de 65’e ulaşmıştır. Hazırlanan raporlardan, bölgedeki potansiyelin 100 alay çıkarabilecek güçte olduğu anlaşılmaktadır. Bu proje ile hem bölgede devletin aşiretler üzerindeki hâkimiyetinin, hem de bu yerel birlikler sayesinde dış destekli Ermeni meselesinin çözümünün sağlanması düşünülmekteydi. Hamidiye Alayları’nı kurma faaliyetleri başlar başlamaz aşiret reislerinin ''halife'' Sultan II.Abdülhamit’i ziyaret edip bağlılıklarını bildirmeleri de dikkat çekicidir. Sözkonusu alayların fayda sağlamasının yanında, disiplin ve uyum açısından devlet için kontrolü güç bir ortam oluşturması da sözkonusu olmuştur. Sultan bu ince dengenin bozulmaması ve aşiretlerin disiplin ve sadakatinin sağlanması amacıyla, dini anlamda padişah-halife sıfatını ön plana çıkararak doğrudan özel ilişkiler kurmayı tercih etmiş ve dış baskılara direnerek aşiretlere yanlarında olduğu mesajını vermeye çalışmıştır.


Bakıldığında, 1878’den 1914’lere gelene kadar Anadolu’da 40’tan fazla isyan olmuştu. Bu isyanlardaki temel dayanak Hıristiyan azınlıkların Türkler-Osmanlı tarafından zulüme uğradığı yalanı ve propagandasını köpürterek Batılı devletlerin (İngiltere-Fransa-ABD…) ve Rusların müdahalesini sağlamaktı.


1915’in ilk aylarına gelindiğinde yaşananlar Türklerle Ermeniler arasındaki daha kötü olayların habercisiydi. Anadolu’nun dörtbir yanında isyanlar çıkıyor, Ermeni örgütleri Türk ordusunun ikmal hatlarına yoğun saldırılar düzenliyordu. O dönemi gözünüzde canlandırdığınızda Türk ordusu 1.Ordu ile Çanakkale’de, 2.Ordu ile Kafkas cephesinde, diğer bir ordu ile de Suriye-Filistin bölgesinde savaşmakta, varlık yokluk mücadelesi vermekteydi.


19.Yüzyılın başlarından itibaren başlayan 1915 yılına kadar zirveye ulaşan bu isyan ve ayaklanmalar son 40 yılını cephede geçiren Osmanlı Devleti’nin ''tehcir-yer değiştirme'' kararı almasına sebep olmuştur.


Osmanlı Devleti hem bu isyan oluşumlarının, hem de vatandaşlarının savaşlardan etkilenmesinin önüne geçmek için halkın, dönemin şartlarında daha güvenli olabilecek bölgelere göçmesini hedeflemiştir. Göçün güvenli bir şekilde olması ve vatandaşların güvenli bölgelere sevki için olması gereken tüm önlemler olabildiğince ve dikkatlice alınmıştır.


24 Nisan 1915 tarihi öncesinde Patrik başta olmak üzere bütün Ermeni ileri gelenleri ‘’Bu tür isyan ve hareketlerin devam etmesi halinde sert tedbirler uygulanacaktır’’ şeklinde ikaz edilmiştir. Bu ikaz belgelerinin Osmanlı ve Amerikan konsolosluk belge ve raporlarında da bulunduğu anlaşılmıştır. Ülkenin varlık ve egemenliğini tehlikede gören İttihat ve Terakki hükümeti 1 ay sonrasında harekete geçerek, alınan karar uyarınca savaş bölgelerindeki Ermenileri gerekli önlemleri alarak başka yörelere göç ettirecekti.


108 Yıllık ‘’sözde soykırım’’ tartışması işte alınan bu kararla başlamıştı. Binlerce Ermeni yollara düştü; bu uzun yolculuk sırasında bazısı saldırılar sonucu, bazısı da açlık ve salgın hastalıklar sonucu yaşamını kaybetti, ne yazık ki. Bu ususta dönemin idaresinin aldığı kararları ve uyguladığı cezalandırmaları aşağıda göreceğiz. (Ermeni Sevk Kararını İhlal Eden Görevlilerin Divan-ı Harp’te Yargılanmaları).


Tam burada; günümüzde dahi bazı Ermeni iddialarının tehcir konusunu Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkilendirmek yönünde oluştuğunu görmekteyiz. Oysa ki Mustafa Kemal Balkan Savaşı'nın hemen sonrasında (27 Ekim 1913) İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından adeta bir sürgün şeklinde Sofya'ya ''ataşe militer'' olarak tayin edilmiştir. Çünkü İttihat ve Terakki'nin yöntemleriyle kendi bakış açısı arasında büyük uyuşmazlıklar vardır ve merkezi hükümetin aldığı kararlarla bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla Atatürk'ü karalamaya çalışan Ermeni iddialarının tarihi gerçeklerle hiçbir bağı bulunmamaktadır.


Rusların Van’ı İşgali


22 Aralık 1914 – 19 Ocak 1915 tarihleri arasında Osmanlı tarafından başlatılan Sarıkamış Harekatı Rusların 93 harbinde kazandığı toprakları geri almak ve Ruslara bir darbe vurmak amacıyla gerçekleştirilmişti. Osmanlı ordusunun askeri donanımının iklim şartlarına uygun olmaması nedeniyle 60 bin Osmanlı-Türk askeri çok acı bir şekilde hayatını kaybetmiştir. Böylece Çarlık Rusyası orduları tüm Doğu Anadolu’yu ele geçirme fırsatı yakalamıştır.


1915 yılında Van’da cereyan eden şiddetli çarpışmalarda karşılıklı kayıplar verilmiştir. Bir gece yüz kişilik bir Ermeni çetesi kaleye tırmanarak Türk topçularını öldürmüş ve kaledeki topu tahrip etmişlerdir. Ermenilere karşı yapılan taarruzlarda binlerce Türk şehit edilmiştir öyle ki şehirde eli silah tutanların sayısı iki bine düşmüştür.

Rusların Van’a 15 Mayıs 1915’ te girecekleri hesaplanmıştı. Bu yüzden Van’daki Hükümet, göçme imkanı olmayanların emniyetini sağlamak ve Ermeni saldırılarından korumak için ilk etapta Ruslarla görüşmeler yapmış ise de bundan bir sonuç alınamamıştır. Zira Rus ordusu Muradiye üzerinden Van’a doğru ilerlerken Müslüman Türkleri kılıçtan geçirmeye, Ermenilerden daha zalim ve insafsız katliamlara başlamışlardı. Bu katliamlardan kaçıp kurtulanlar da Van’a sığınmışlardı.


Bu durum karşısında Vali Cevdet Bey artık yapılacak bir şeyin olmadığı kararına varmış ve 14 Mayıs 1915’te şehirde ki Türklerin boşaltılması işlemlerine başlanması emrini vermişti.


14 Mayıs’ta Van’da göç başlamıştır. Göç kara ve göl yoluyla yapılmıştır. Kara yolu hem zahmetli hem de Ermeni çetecilerin her an baskın yapmaları ihtimali bakımından tehlikeliydi. Bu yoldan ancak kendini savunabilecek kuvvete sahip olanlar gidebilirdi. Göl yoluyla ise Tatvan’a gidilebilirdi. Bunun için gölde bulunan büyük–küçük elli kadar araçtan faydalanılmıştır. Ancak gemicilerin Ermeni olması Hükümeti tedirgin etmiş bu yüzden her gemiye silahlı bekçiler yerleştirilmiştir. Bu gemilerden bazısı Ermeni gemiciler tarafından Tatvan yerine Rus işgali altında bulunan Adilcevaz’a doğru yönlendirilmiş ve burada Rusların himayesinde bulunan Ermeniler tarafından gemide bulunan Türkler katledilmişlerdir.


Van’da Yönetimin Ermenilerin Eline Geçmesi


Ermeniler, Van’ın Rus ordusu tarafından işgal edilmesini kendileri için zafer saymışlardır. Dr. Ussher, Rusların gelişiyle birlikte Bitlis istikametine doğru Türk ordusunun çekilişini anlattıktan sonra Van şehrinde Ermenilerin yönetimi tamamen ele geçirdiklerini, Ermenilerin bunu yüzyıllardır beklediklerini ve o bekledikleri günün nihayet geldiğini kitabında büyük bir şevkle anlatmıştır.


Ermeniler Van’da sadece Aram’ın yönetiminde 10.000’in üzerinde Türk kadın, çocuk, ihtiyarı katletmiştir. Bu zulümün sonucu olarak, Van’da yaklaşık 23.000’in üzerinde Türk erkek, kadın, çocuk katledilmiş ve geride sadece 1.500 Türk hayatta kalmıştır. Bunların da namuslarıyla, şerefleriyle oynanmış, en iğrenç işkencelerle öldürülmüş bir kısmı ise hasta oldukları halde, Van’da görev yapan Amerikalı misyoner Clarence D. Ussher’in de onayladığı üzere bakımsızlıktan ölüme terkedilmişlerdir; ve çok ilginç ve maksatlı bir şekilde, Gaziantep’te de yaşandığı üzere (1918-1921) bu katliam ve soykırımları kendileri ve işbirlikçileri yapmamış ta Türkler yapmış gibi göstermişlerdir. Bu sömürgeci ülkelerin medya ve algı yönetimi çabalarıyla ne kadar başarılı olduklarını da söylemek mümkündür. Tarihi belge ve bilgilerle başarıya ulaşamayacaklarını bilen bu odaklar Rus ve Batılı sömürgecilerin desteğiyle olağanüstü bir kara propaganda ile günümüzde dahi Türkiye Cumhuriyeti’nden toprak ve tazminat talebinde bulunmaya cüret göstermektedirler.


Bitlis ve Muş’ta Ermeni Vahşeti


Ermeni komitelerinin Van’dan sonra en fazla önem verdiği bölge Bitlis ve Muş çevresi idi. Komiteler özellikle Rusya’dan getirilen silahlarla isyan hazırlığı içerisine girmişler ve Ocak 1915’te bölge Ermenileri hemen hemen her köyde isyan çıkarmışlar, Müslümanları katletmeye başlamışlardı. Rus işgali sırasında Ermeni ve Rusların Muş, Sason, Malazgirt, Bulanık ve Talori Dağları’ndaki kaza, köy ve mahallelerde Müslümanları yok etmek amacıyla yağma ve katliama giriştikleri de görülmektedir.


Erzincan’da Ermeni Vahşeti


Erzincan I. Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında Ruslar tarafından işgal edilmiştir. 1918 yılına kadar da Rus işgali altında kalmıştır. Bölgedeki Türk-Müslüman halk bu işgal sırasında Rus ve özellikle Rus Ordusu’nda yer alan Ermenilerin baskısına maruz kalmıştır. 1918’de Brest-Litowsk Antlaşmasıyla Rus işgalinin sona ermesinden sonra ise bölgedeki Müslüman halk eşi görülmemiş bir Ermeni katliamı ve vahşetine uğramıştır. Bölge bu durumdan ancak Türk birliklerinin Erzincan’a girmesiyle kurtulabilmiştir.


Savaşın sonunda Rusların yerini, Rusya’daki Şubat 1917 ihtilalinden sonra bölgede bağımsız Ermenistan kurmaya çalışan aynı zamanda Rus ordusunda görev yapan her tarafta Rus ordusunun silahlarına konan veya Ruslar tarafından desteklenen Taşnak Komitacılarından oluşan Ermeni birlikleri ile çeteleri almıştı. Bu ortamı esasında Çarlık Rusyası gibi Ermenilerin koruyuculuğu rolünü üstlenen yeni Rus yönetimi yani Bolşevik Ruslar hazırlamıştı. Nitekim 11 Ocak’ta Ermenilerle ilgili, Rus işgali altında bulunan Türk topraklarındaki Ermenilere kendi başlarına teşkilatlanma ve kendi geleceklerini kendilerinin tayın etme hakkı tanınması gerektiğini içeren “Türk Ermenistan’ı” başlığıyla bir beyanname yayınlamış olan Ruslar, Erzincan ve çevresinden çekilirken görevlerini Ermenilere devretmişlerdi. Bu şekilde işgal altındaki bölgede bir Ermeni milis teşkilatı oluşturulması işine girişilmişti. Bu girişimleri Brest Litovsk’taki Türk Askeri Heyetinin Başkanı Müşir Ahmet İzzet Paşa protesto ederek, 20 Ocak 1918’de Rus temsilcisine yazılı bir nota verdi. Rusya’nın bu protesto notasına cevabı, ‘’burada yapılan işin Kafkas Cephesindeki kuvvetleri millileştirmekten başka bir şey olmadığı’’ şeklinde oldu. Bu cevapla Rusya işgal altında tuttukları bölgede ve Kafkasya’da Ermenileri silahlandırma işini kabul etmiş oluyordu.


Bu şekilde Ermeni birliklerinin Türk Ordusu’nun karşısında yer almaları ile birlikte bölgedeki çarpışmalar başka bir boyut kazandı. Şimdi savaşın karşılıklı olan bütün kaideleri ortadan kalkmıştı. Nitekim Antranik idaresindeki Ermeni birlikleri ve çeteleri bir taraftan cephede Türk Birliklerine karşı koyarlarken bir taraftan da işgal altında tuttukları yerlerde bulunan sivil Türk halkı üstünde geniş bir katil ve imha hareketine girişmişlerdi. Bu durumda Türk Ordusu’nun çok süratli bir şekilde işgal altındaki bölgelere girmesi ve buralarda kalan halkı biran önce kurtarması gerekiyordu. Bu ortamda Türk Ordusu ile gayri nizami Ermeni birlikleri arasındaki çatışmalar artık kör ve aman bilmez bir boğazlaşma halini aldı. İşte böyle bir durumda Türk Ordusu’nun bölgedeki ileri harekatı 12 Şubat 1918’den itibaren hızla gelişti.


Erzurum


Rus Askeri birlikleri Erzurum’u terk etmiş ve genel karargâhını Sarıkamış’ta tesis etmiş, Erzurum’daki komutanlığa da Ermeni Komiteci Antranik’i tayin etmişlerdi. Erzurum’da 1918 yılının Şubat ve Mart aylarında tam bir “Türk Soykırımı” Antranik ve Dr. Azeryev tarafından düzenlenmiş ve yaptırılmıştır. Ermeni Taşnak Çeteleri tarihi Türk Yurdu Erzurum’u insanıyla, medeniyetiyle, kültür varlıklarıyla, sanat eserleriyle ve bilinen tarihin bin yılından beri gururla taşıdığı Türk kimliği ile ortadan kaldırmaya ve tarih sahnesinden silmeye çalışmışlardır.


Trabzon ve Çevresi


1917 Ekim İhtilâlinin ardından, Sovyetlerin Trabzon ve havalisini tahliye etmeleri üzerine, bu tahliyenin öncesinde ve sonrasında Ermeni çeteler tarafından mâsum ve savunmasız halka mezâlim ve soykırım yapılmış, öldürülen insanlar kuyulara doldurulmuş; kolları, elleri ve ayakları kesilen insanların parçalanmış vücutları terkedilmiş ev ve bahçelere atılmış; câmiler aşağılama-tahkir maksadıyla pislikle doldurulmuş, bu zulümden ağaçlar da nasibini almış ve meyve ağaçları halkın istifade etmemesi için kesilmiştir.


Iğdır


Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Rus kuvvetlerinin, Osmanlı ve Rus Ermenilerinden kurulmuş olan gönüllü alayları öncülüğünde, Doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Osmanlı ordusunda bulunan Ermeniler, silahlarıyla birlikte firar ederek Rus kuvvetlerine katılmışlardır. Rus ordusuna henüz ulaşamayan bir kısım Ermeniler ise çeteler kurarak isyan etmişlerdir. Yıllarca gerek Ermeni gerekse misyoner okullarında ve kiliselerinde saklanan silahlar ortaya çıkarılmış, askerlik şubeleri basılarak yeni silahlar sağlanmıştır. Silahlanan Ermeni çeteleri komitelerin “kurtulmak istiyorsan, önce komşunu öldür” talimatı üzerine, erkekler cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehirlerine, kasabalarına ve köylerine saldırarak katliama girişmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerini arkadan vuran Ermeniler, Osmanlı birliklerinin harekatını engellemişler, ikmal yollarını kesmişler, yaralı taşıyan konvoyları pusuya düşürmüşler, köprü ve yolları imha etmişler, bulundukları şehirlerde ayaklanarak Rus işgalini kolaylaştırmışlardır.


Birinci Dünya Savaşı öncesinde Şebinkarahisar’da Türklere karşı katliam düzenleyen Sivaslı Murat, Sasun Canavarı diye şöhret kazanan Antranik ve Muş katliamını gerçekleştiren Arşak gibi Ermeni komitecilerinin liderliğinde Erzincan, Bayburt, Erzurum, Kars, Ardahan ve Iğdır gibi birçok yerde katliam hareketleri yapılmıştır. Iğdır’da, Tuzluca’da ve Aralık’ta çok sayıda Türk, çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden Ermeniler tarafından öldürülmüştür.


Ermeni komitacılar, 1915 yılından 1920 yılı sonlarına kadar, Şahtahtı, Zengezur, Nahçıvan, Iğdır, Serdarabad ve havalisindeki yüzlerce köyde, binlerce Müslüman’ı kadın, çocuk ayırmaksızın çeşitli işkencelerle katlederek, cesetlerinin uzuvlarını parçalamışlardır. Antranik ve Bapun çetelerinin yakıp yıktıkları, aylarca mezâlim altında bıraktıkları bu köylerin mallarını yağmaladıkları, binlerce hayvanını gasp ettikleri, mezâlimden kurtulabilenlerin de göçe mecbur bırakıldığı arşiv belgelerinde görülmektedir.


Sivas ve Çevresi


Seferberliğin ilânından sonra çevre vilâyetlerde görülen isyan hareketleri Sivas ve çevresinde de görülmüştür. Karahisar’ın Yaycı köyünden Seponil isimli bir Ermeni papaz, kiliseye yardım toplamak bahanesiyle köyleri dolaşmış ve Ermenileri toplayarak, onlara: “Osmanlılar, mağlup olacakları harbe başladılar. Az zaman sonra Ruslar Erzurum’dan girecekler, buralara kadar geleceklerdir. Ruslar önden, biz arkadan orduyu vuracağız. Size vaktiyle verilen silâhları kullanma zamanı geldi...” şeklinde propaganda yapmıştır. Hükümetin zamanında gerekli tedbirleri almasıyla, bölgede büyük çaptaki olaylar önlenmişse de, yine de Ermeniler tarafından katliâm ve mezâlim yapılmıştır. Sivas Valiliğinden, Dahiliye Nezâreti’ne gönderilen 22 Nisan 1915 tarihli telgraf ve belgeler Sivas ve çevresindeki olayları ortaya koymuştur.


Genel Değerlendirme


Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı içinde (28 Temmuz 1914 – 11 Kasım 1918) , Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kaldı. Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu çerçevede, yukarıda görüldüğü üzere, Erzincan, Erzurum, Van, Kars, Sarıkamış tamamıyla tahrip edilmiş, burada yaşayan Müslüman Türkler katledilmişlerdi.


Ermeni komitelerinin en yoğun faaliyette olduğu Van’da Ermeniler, Rusların Türklere karşı taarruzda bulunduğu sıralarda, 15 Nisan 1915 tarihinde isyan etmiş, isyan kısa sürede büyümüş ve Türkler çok zor durumda kalmışlardı. Bu isyan esnasında binlerce masum Türk, Ermeni komitecileri tarafından akla hayale gelmeyecek işkencelerle katledilmişlerdi. Benzer şekilde Bitlis ve Muş çevresinde Ermeni komitecilerin 1915-1916 tarihleri arasında yaptıkları katliamdan kurtulabilenlerin ifadelerine göre katliam yöntemleri insanlık sınırlarını aşmıştır.


Erzincan, Erzurum ve Kars çevresi Ermeni çetelerinin en kanlı eylemlerini gerçekleştirdikleri yerler olmuştu.


Türk orduları ise 12 Şubat 1918’de Rus Ermeni birliklerinin işgali altındaki bölgelerin kurtarılması için harekete geçti. 18 Aralık 1917 tarihinde imzalanan Erzincan Mütarekesi’nden sonra, 3. Ordu I. Kafkas Kolordusu Komutanlığı’na getirilen Kazım Karabekir Paşa, Doğu’nun kurtarılması ile görevlendirilmişti. 13 Şubat’ta Erzincan ve Mamahatun kurtarıldı, 14 Şubat’ta Bayburt, Trabzon ve Gümüşhane, 5 Nisan’da Sarıkamış, 7 Nisan’da Van, 14 Nisan’da Batum, 25 Nisan’da Kars Osmanlı orduları tarafından geri alınmış oldu.


Son yıllara kadar yapılan toplu mezar kazıları yapılan mezalimlerin ne kadar geniş çaplı olduğunu gözler önüne sermektedir. 1915-1919 yılları arasında Ermeni Çeteleri Doğu Anadolu Bölgesi’nde Erzincan, Tercan, Erzurum-Cinis, Alaca, Ilıca, Tepeköy, Dutçu, Erzurum Merkezde; Yanıkdere, Karskapı, Ezirmikli Osman Ağa ve Mürsel Paşa Konaklarında, Firdevsoğlu Kışlası’nda, Erzurum; Yeşilyayla, Hasankale, Tımar, Köprüköy, Horasan, Kars Derecik ve Subatan’da, Van-Zeve’de, Ağrı’da, Bitlis’de, Iğdır-Oba, Hakmehmet ve Gedikli de, Ardahan-Yanık Camii, Göle-Esenboğaz Köyü, Çıldır-Kotanlı Köyünde on binlerce Türk Müslümanı katletmişlerdi. Bu sayılan bölgelerin çoğunda yapılan kazılar Ermeni mezalimini gözler önüne sermektedir.


Ermeni Sevk Kararını İhlal Eden Görevlilerin Divan-ı Harp'te Yargılanmaları


Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında istenmeyen bazı olayların cereyan etmesi ve bir kısım görevlilerin hükümetin kararlarına aykırı davranışlarda bulunmaları üzerine, hükümet ülke çapında durumu incelemek ve sorumluları cezalandırmak üzere harekete geçmiştir.


Bu amaçla dönemin dahiliye nazırı (İçişleri Bakanı) ve sonrasında Osmanlı-İttihat ve Terakki cemiyeti hükümeti sadrazamı (başbakanı, Osmanlı tarihinde sadrazamlığa getirilen ilk mebus) olan Talat Paşa’nın 28 Eylül 1915 tarihli tezkiresi üzerine, Meclis-i Vükela 30 Eylül 1915 tarihinde soruşturma komisyonları kurulması kararı almıştır. Bu kararda Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında ahaliden bazıları ile bir kısım memurların suiistimalleri ve kanuna aykırı hareketlerinin olduğunun anlaşıldığı, bu sebeple bunları yerinde incelemek ve suçlu görünenlerin Divan-ı Harplere sevk etmek amacıyla Hüdavendigar, Ankara vilayetleri ile İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde livalarına Temyiz Mahkemesi Reisi Hulusi Bey’in başkanlığında Şuray-ı Devlet azasından Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galip Beyefendilerden; Adana, Halep ve Suriye vilayetleriyle Maraş, Urfa ve Zor livalarına istinaf Mahkemesi Reisi Asım Bey’in başkanlığında İzmir Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve Ankara vilayeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden; Erzurum, Trabzon, Sivas, Elazığ, Diyarbakır ve Bitlis vilayeti ile Canik livasına Bitlis eski valisi Mahzar Bey’in başkanlığında İstanbul Bidayet Müdde-i Umumisi Nihad ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Beylerden üç heyet oluşturulduğu belirtilmektedir (BOA. Meclis-i Vükela Mazbatası Nr. 199/35). Seyyid Haşim Bey’in hastalığı sebebiyle daha sonra yerine Şuray-ı Devlet azası İsmail Hakkı Bey tayin edilmiştir (BOA. DH. ŞHR. Nr. 58/38).


Önemli Not : Osmanlı Arşivi'nde (BOA); Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadarki döneme ait Osmanlı Devlet kurumları ile merkez ve taşra arasında yapılan yazışmaları içeren Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'dir. Cumhuriyet Arşivi'nde ise Millî Mücadele, Meclis Hükümetleri ve Cumhuriyet Dönemine ait belgeler yer alır.


Olayları önleme konusunda çok hassas davranan hükümet henüz Meclis-i Vükela kararı çıkmadan muhtemel heyet üyelerine hazırlıklı olmaları konusunda önceden bilgi de vermiştir. Bu konuda Ankara Vilayeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Bey ile Bitlis Eski Valisi Mahzar Bey’e önceden yazı yazılmıştır (BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/179; 56/186).


Bu soruşturma heyetlerine verilen talimatta jandarma, polis, amirler ve memurlar hakkında soruşturma yapılması ve yapılacak soruşturma sonucuna göre, suçlu bulunan ve görevlerini suiistimal edenlerin Divan-ı Harplere sevk edilmeleri emredilmiştir (BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/267).


Osmanlı devletinde “Divan-ı Harbi Örfi (Sıkıyönetim) Mahkemeleri” (Köksal: 1996) olarak bilinen bu mahkemeler sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde devletin iç ve dış güvenliğini ihlal edecek bütün suçlar ile isyan, ihtilal, çetecilik faaliyetleri, savaş sırasında hükümetin yayınlamış olduğu her türlü kanun, emir ve talimat hükümlerine aykırı davrananları yargılamıştır.


Ermenilerin sevk ve iskâna tabi tutulduğu bütün bölgelerde incelemeler yapan bu soruşturma komisyonlarının verdikleri raporlara dayanarak görevini kötüye kullanan birçok görevli azledilmiş ve yargılanmak üzere Divan-ı Harplere sevk edilmiştir. Bu mahkemeler, Mütareke döneminde İtilaf Devletleri’nin baskısı sonucu kurulan mahkemelerden farklı olarak yukarıda belirtilen komisyonların raporlarına dayanarak yargılamada bulunmuşlardır. Dâhiliye Nezareti’nden Hariciye Nezareti’ne gönderilen 19 Şubat 1916, 12 Mart 1916 ve 22 Mayıs 1916 tarihli gizli yazıların ekinde yer alan listelere göre Divan-ı Harplerde yargılananların vilayetlere göre dağılımı şu şekildedir ( BOA. HR. SYS. Nr. 2882/29).


Divan-ı Harplerde yargılanmak üzere tutuklanan 1.673 kişinin içinde asker, polis ve Teşkilat-ı Mahsus’a elemanı sayısı 528 kişidir. Bunların arasında binbaşı, yüzbaşı, üsteğmen, teğmen, jandarma, bölük komutanı, polis komiseri ve polis gibi rütbeli kişiler bulunmaktadır. Ayrıca sıhhiye müdürü, tahsildar, kaymakam, belediye reisi, nahiye müdürü, kâtip, sevk memuru, mal müdürü, tapu memuru, muhtar, telgraf müdürü, nüfus memuru, başkâtip ve Emval-i Metruke Komisyonu reisi gibi 170 kamu görevlisi de yargılanmıştır. Diğer taraftan Ermeni sevkiyatı sırasında gasp ve saldırı olaylarına kalkışan çete mensubu ve halktan da 975 kişi yargılanmak üzere Divan-ı Harplere sevk edilmiştir.


Divan-ı Harplere sevk edilen bu kişiler adam öldürme, Ermenilerin mallarına zarar verme, çalma, zorla para ve eşya alma, rüşvet, yağma ve yankesicilik, Ermeni kızlarıyla izinsiz evlilik ve vazifeyi suiistimal suçlarından yargılanmışlardır.


1916 yılı ortalarına kadar Divan-ı Harplerde yapılan yargılamaların sonucu verilen cezalar ve mahkemelerin safahatı ise şöyledir:

Bu rakamları değerlendirdiğimizde yargılaması devam eden veya henüz hakkında bir işlem tesis edilmeyenler arasında da çeşitli cezalara çarptırılanların sayısının daha da artması muhtemeldir.


İdam Kararlarının İnfazı


Dâhiliye Nezareti’nden Konya vilayetine gönderilen idam cezasına çarptırılanlardan Siroz’lu Ahmed ve arkadaşı Halil’in Ermenileri katl ve eşyalarını gasp suçlarından 4. Ordu Divan-ı Harbinde yargılanmak üzere Konya’ya sevk edildiği firarına meydan verilmemesi ve Cemal Paşa’dan talep olana kadar Konya’da hapsedilmeleri emredilmiş, daha sonra Suriye Divan-ı Harbinde idama mahkûm edilen bu kişiler Şam’da asılmışlardır (BOA. HR. SYS. Nr. 2882/29–25) ( BOA. DH. ŞFR. Nr. 55 A/177) (Erden, 2003, s. 269) .


Sonuç


Sonuç olarak; Kutsal Vatan'ımız, 100. yılını idrak ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti'mizde birlikte yaşamakta olduğumuz Ermeni vatandaşlarımız hepimiz gibi Ulusal birliğimizin ayrılmaz bir parçasıdır ve böyle kalacakır. Ancak, belli bir amaca hizmet eden Ermeni tezlerinin tarihi temellerden yoksun olduğu da görülmektedir. İlk Çağ tarihindeki hızlı gelişmeler, gerek arkeolojik veriler ve gerekse filolojik gelişmeler Ermeni tezlerinin geçerliliklerini yitirmesi için yeterli olmuştur.


Ayrıca Orta Çağlardan itibaren, hem içinde yüzyıllardır yaşadıkları devlete, hem de beraber yaşadıkları ulusa, hem Selçuklu’nun hem de Osmanlı’nın sağladığı huzur ve rahata bakıldığında 1. Dünya Savaşı içerisinde varoluş mücadelesi veren Osmanlı, Ermeni tebaayı vatana ihanet edenlerle aynı safta yer almamaları amacıyla aynı vatan içerisinde tehcir etmiş yani yer değiştirtmiştir. Doğu Anadolu’da yaşanan olaylarda ölen Müslüman Türklerin sayısı Ermenilerden az değildir ne yazık ki.


Ermenilerin zorunlu sevk ve iskânı (tehcir) sırasında alınan tedbirlere ve yargılamalara baktığımızda Osmanlı merkezi yönetiminin Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin sağlanması konusunda gerekli bütün tedbirleri aldığını, taşrada kanun dışı davranan ve suiistimali görülen devlet görevlileri ile çetecilik yapan vatandaşları cezalandırdığını görmekteyiz.


Yok etme veya katliam yapmak amacında olan bir yönetimin can güvenliği, suç işleyen veya ihmali görülen kamu görevlilerinin görevlerinden alınmaları ve cezalandırılmaları konularında bu kadar hassas davranması mümkün müdür?!?


Dolayısıyla böyle bir ‘’Batı’’ düzmecesi sözde ''soykırım'' iddiası art niyetlidir ve kabul edilemez. En başta da belirttiğim gibi bizlere düşen, maksatlı kışkırtmalara meydan vermeden, gerçek ve somut belgelere dayanarak tarihi doğru yorumlamak, ders almak ve artık geçmişi bir kenara koyarak, birlikte gelecek nesillere umut dolu bir Türkiye bırakmak için güç birliği yapmaktır.


Kaynaklar :

ERMENILERIN_ANADOLU_DAKI_VARLIKLARI_VE_T.pdf – Prof.Dr Alpaslan Ceylan

Adontz, Nicholas, Histoire d'Arménie: Les origines, du Xe Siede au VIe (av. J.C), Paris, 1946.

Tevkin 8.4.

Keğan Kerovpyan, Mitolojik Ermeni Tarihi, İstanbul, 2000, s. 13 vd.; M. Salvini, age., (2006), s. 25.

E. Konukçu, agm., s. 131 vd.

Oktay Belli, “Anadolu’nun En Güzel ve Nazlı Gelini: Ağrı Dağı”, 2. Kars Kurultayı, İstanbul,

2007, s. 117 vd.

Alpman, Adil, “Anadolu’da Hurriler”, III. International Congress of Hittitology, Ankara, 1998, s. 27-37.

Balkan, Kemal, “Urartuların Kökeni ve Dilleri”, Belleten 48/191-192, Ankara, 1985, s. 513-521.

Belck, Waldetnar - L. Messerschmidt, The Kelischin Stele und ihre Chaldäisch- Assyrischen Keilinschriften, Anatole Zeitschrift für Orient Forschungen-I, Leipzig, 1904.

Belli, Oktay, “Doğu Anadolu Bölgesi’nde Keşfedilen Urartu Barajlarına Toplu Bir Bakış”, Belleten 229, Ankara, 1997, s. 638-751.

Bilgiç, Emin, The Place of Erzurum District in the History of Urartu and a Discussion on Alleged Urartu-Armenian Relationship – Erzurum Çevresinin Urartu Tarihindeki Yeri ve Urartular’ın Ermeniler ile Münasebetleri İddiasının Münakaşası, Ankara, 1993.

Borger, R. - W. Hinz, “Die Behistun-Inschrift Darius’ des Grossen,” Texte aus der Umwelt des Alten Testaments I: Rechts-und Wirtschaftsurkunde, historisch- chronologische Texte, Gütersloh, Germany, 1984, s. 419-50.

Burney, Charles – David Marshall Lang, The Peoples of the Hill, London, 1971.

Casabonne, Olivier, “Akamenid İmparatorluğu Büyük Kral ve Persler”, Arkeoatlas 6, İstanbul, 2007, s. 20-35.

Cavaignac, Eugene, “La Chronologie des XIVe et XIIIe Siecles d’apres Les Derniers Travaux”, Anadolu Araştırmaları II/1-2, İstanbul, 1965, s. 161-173. Ceylan, Alpaslan, “Arnuwanda - Asmunikal Dua Metni ve Tarihi Açıdan Değerlendirilmesi”, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bilimleri Araştırma Dergisi 23, Erzurum, 1996, s. 1-12.

M.Ö. II. Binde Devletler Arası İlişkiler”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum, 1994. Çilingiroğlu, Altan, Urartu Krallığı ve Sanatı, İzmir, 1997.

Göyünç, Nejat, “Turkish-Armenian Cultural Relations “ Armenians in the Late Ottoman Period, Ankara, 2001, s. 23-43.


Kalafat, Yaşar, “Türk-Ermeni Kültür İlişkilerinde Mitolojik Boyut”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim 38, Ankara, 2003, s. 95-100.

Kaputikyan, Silva, Zamanın Başlangıcı, Erivan, 1998.

Kerovpyan, Keğan, Mitolojik Ermeni Tarihi, İstanbul, 2000.

Konukçu, Enver, “Tarihi Coğrafyada Bayezid”, Güneşin Doğduğu Yer: Doğubayazıt Sempozyumu (ed. O. Belli), İstanbul, 2004, s. 127-134.

Koşay, Hamit Zübeyr, “Erzurum-Karaz Kazısı Raporu”, Belleten 91, Ankara, 1959, s. 349-413.

Öğün, Baki, Van'da Urartu Sulama Tesisleri ve Şamram (Semiramis) Kanalı, Ankara, 1970.

57 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazar Hakkında
WhatsApp Image 2022-11-17 at 2.45.19 PM.jpeg

Muzaffer Haluk Hızlıalp 30.11.1962 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk öğrenimini Erenköy ve Yıldız İlkokullarında, orta ve lise öğrenimini Fransız Saint-Benoit Erkek Lisesi’nde, Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, lisans-üstü eğitimini ise İngiltere King’s College’ da tamamlamıştır.

#GunesInsan

Yeni bir çalışma yayınladığımda güncelleme almak için bloguma abone olun.

Teşekkur ederim!

bottom of page