top of page

CUMHURİYETİN 100 YILI - 3.BÖLÜM

TÜRK DİLİ


Diğer taraftan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin hemen sonunda 13 Temmuz 1932’de daha önce oluşturulmuş olan “Dil Heyeti” resmî bir cemiyet hâline getirilir ve “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adını alır. 26 Eylül 1932'de, Birinci Türk Dili Kurultayı toplanır. Kurultayın amacı, Türk Tarih Tezi çerçevesinde, Türk Dili’nin tarih öncesine giden uzun geçmişini dil faktörü açısından vurgulamaktır.

Günümüzde de henüz yaygın olarak duyulmamakla birlikte, Linguistik Arkeoloji Araştırma Grubu'nun (https://www.shh.mpg.de/102128/archaeolinguistic-research-group) , Almanya'daki Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü'nün Nature Dergisi’nde 2021 yılında yayınlanan çalışmasına göre : Türkçe’yi (Proto Türkçe’yi) ilk konuşanların günümüzden 9 bin yıl önce Sibirya ve Çin coğrafyasına (Yani Liao, Sarı Nehir ve Amur Nehirleri havzalarına) göç eden Neolitik Darı Çiftçileri olduğu tespit edilmiş bulunmakta…Bu ve benzeri güncel araştırmalar ise Cumhuriyet döneminde başlatılan ‘’Türk Dili’’ çalışmalarının ne denli önemli olduğunun adeta somut bir kanıtı…


1935 yılında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin açılmasıyla, Türk Dili, tarihi ve ülkesi bilimsel yöntemlerle yeni baştan araştırılacak bir yapıya kavuşturuldu.

1932-1936 yılları arasında Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan eserlerin çoğunlukla sözlük olması, bu gerçeği kanıtlar. İlk iş olarak, Türk dil ve lehçelerinin enginliğini ve zenginliğini ortaya seren Tarama Dergisi (2 cilt, 1933-1934) çıkarıldı; bu eser hazırlanırken 125.988 tarama fişi gelmiş, bunlar elenerek 7.500 Osmanlıca kelimeye karşı, eski ve yeni Türk lehçelerinden 30.000 kelime gösterilmiştir. Bu dergideki gereç tekrar düzenlenmiş, kelimeler İstanbul ağzına uygun bir duruma getirilmiş ve bundan ‘’Cep Kılavuzu’’ denilen Osmanlıca-Türkçe ve Türkçe-Osmanlıca iki ciltlik küçük bir eser 1935’te ortaya konmuştur. Bu esere son bir şekil verilmeden önce, 1933 yılında 8 Mart’tan 18 Haziran’a değin basında anket açılmış, kurum her gün gazetelerde ortalama 15’er kelimelik 105 liste yayımlamış ve basında bunlara karşılık önerilmiştir. Bu kelimelerden her biri üzerinde Atatürk önemle durmuş ve çoğunu da kendi önermiştir. Bu önerileri yaparken Kuzeydoğu Sibirya’da yaşayan Yakut Türkleri’nin sözlüğünden de yararlanmıştır.

Atatürk, 1938 yılı Büyük Millet Meclisini açış söylevinde, ‘’Türkçe terimler’’ konusu hakkında da şöyle demiştir:

“Bu yıl, okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını, kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.”

Bu, ölümünden 12 gün önce Atatürk’ün milletine verdiği son müjdelerden biridir.


Atatürk sık sık bir Attilâ hikâyesi anlatırdı. Hun-Roma görüşmeleri yapılırken Roma temsilcileri Hunlara sormuşlar:

“Roma İmparatoru soylu bir ailedendir. İmparatorunuz Attilâ kimdir, soylu mudur?” Attilâ şu cevabı göndermiş Romalılara: “Ben soylu olmayabilirim, ama büyük ve soylu bir ulusun başıyım.” Atatürk bu sözü daima hatırlar ve ulusuna yönelttiği bütün söylevlerine “Büyük Türk Milleti!” diye başlardı. Türklerin eski, büyük ve soylu bir topluluk olduklarını biliyor ve bunu herkese bildirmek istiyordu.


19. Yüzyılda Batı, dilin kökeni meselesinin kurcalanmaması tembihlerine rağmen, buna uyulmadığını görür ve bu yasağı deldirmemek için yasaklara başvurmaya başlar ve zor kullanır. 1886 yılında Paris Dil Kurumu ''dilin kökeninin araştırılması'' ile ilgili makalelerin yayınına yasak getirir.


20. Yüzyılda; dilin kökenini araştırmaya yönelik kıpırdanma Türkiye’den gelir. Mustafa Kemal önderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti, bağımsız, kendi dili, tarihi, kültürü üzerine güçlü savları bulunan, Batı resmi ideolojilerini reddetmiş, kişilikli bir devlettir. Türk Dil Kurumu (Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 12 Temmuz 1932) ile Türk Dili araştırmaları başlamış, Türk Dili ilk kez ilgi görmüştür. Bu arada Türk Dili'nin yapısı ve dillerin kökeni ile ilgili araştırmalara başlanmıştır.

Atatürk’ün kendisine ‘’Dilaçar’’ soyadını verdiği değerli tarihçi ve Ermeni asılı Türk Dil Bilimci Agop Martayan Dilaçar’ın’Atatürk ve Türk Dili’’ ve ‘’Türk Diline Genel Bir Bakış’’ adlı çalışmaları Dilimiz için yapılmış olan çok önemli çalışmalar arasındadır.

Batı tahmin edebileceğiniz gibi, bu çalışmalardan hoşlanmamıştır. Belgeler incelendiğinde, Cumhuriyetin bu yıllarında, Ankara’daki diplomatların Cumhuriyetin abc (alfabe) değişikliği ve dil çalışmalarını yakından izleyerek, günü gününe hükümetlerini bilgilendirdikleri anlaşılmaktadır.

Cumhuriyetin dilin kökeni araştırmalarının sonucu olarak; Güneş-Dil Teorisi ortaya çıkarılmıştır. Bu teori, Üçüncü Türk Dil Kurultayı ‘’Güneş-Dil Teorisi ve Dil Karşılaştırmaları Komisyonu’’ tarafından bir rapor altına alınıp onanarak bilim dünyasına sunulmuştur (1936 Mayıs-Ağustos).

Bu raporu, TDK’nın http://tdkkitaplik.org.tr/gdtraporu.asp adresinde görebilirsiniz.

Raporun altında;

Prof. Anagnastapulos, Atina Üniversitesi profesörü,

Dr. Bartalini, İstanbul Üniversitesi, Latince ve İtalyanca Lektörü,

Dr. Bombaçi, Napoli Üniversitesi Şark Enstitüsü profesörlerinden,

Sir Denison Ross, Londra Şark Dilleri Enstitüsü Direktörü,

Prof. Gabidullin, Moskova Üniversitesi Şark Tarihi profesörlerinden,

Dr. Gese, Prusya Akademisi üyelerinden,

Pere Hilaire de Barenton, Fransız Sümerologlarından,

Prof. Jean Deny, Paris Şark Dilleri Okulu profesörlerinden,

Dr. Kıvergiç, Viyana Şark filolojisi doktorlarından,

Prof. Koji Okubo, Japonya Türk İslam Enstitüsü direktörü,

Prof. Dr. Meşçaninof, Sovyetler Birliği İlimler Akademisi üyelerinden,

Dr. Miatef, Sofya Kıraliyet Kütüphanesi uzmanlarından,

Prof. Gyula Nemeth, Budapeşte Üniversitesi Felsefe Fakültesi dekanı,

Prof. Zayançkovski, Varşova Üniversitesi profesörlerinden,

....ve Agop Martayan Dilaçar ile birlikte çok sayıda Türk bilim insanı ve uzman komisyonda yer almıştır.

Buna rağmen; Güneş-Dil Teorisi sabit fikirli, dogmatik, emredici bir metin olmaktan daha çok, aşağıda görüldüğü gibi, araştırma ve tartışmaya çağrı metnidir.

‘’Güneş Dil Teorisi adını verdiğimiz bu notları sunarken ricamız şudur :

1. Eleştiriniz;

2. Reddediniz;

3. Değiştiriniz;

4. Tamamlayınız;

5. Açıklayınız.

Not : Açıklayınız’dan amacımız, olumlu ya da olumsuz açıklamadır. Yani bu olamaz diyorsanız. Niçin? açıklayınız ve buna karşı teorileriniz varsa onunla karşılık veriniz. Olur diyorsanız. Niçin? Bunu açıklayınız.’’ (Etimoloji Morfoloji ve Fonetik Bakımdan Türk Dili, Ulus Matbaası, s.7) (Dili güncelleştirilmiştir, A. Atabek).

Cumhuriyetin 1938’e kadar ki döneminde Güneş-Dil Teorisi üniversitelerde ders olarak okutulmuştur. Aynı dönemdeki Türk Dili Belleten' leri ve Cumhuriyetin diğer dil literatüründe bu konuda pek çok inceleme, araştırma ve tartışmalar yapılmıştır.

Atatürk’ün ölümü ardından, Türkiye ne yazık ki yeniden, Osmanlı son döneminde olduğu gibi Batı denetimine girmiştir. Batı, bir çok şeyi denetlediği gibi, Güneş-Dil Teorisi konusunu da kapattırmıştır. Türkiye’de; gerek sağ gerek sol, gerekse resmi çevreler, Güneş-Dil Teorisi üzerinde, ittifakla, kara-propaganda yapmışlar ve unutulmasına, yok sayılmasına çalışmışlardır. Böylelikle Türkiye gerek akademi gerekse müfredatlar açısından sözde Hint-Avrupa tarih ve dil tezlerinin etkisi altına girmiştir.

Atatürk'ün yeni abc’miz ya da alfabemize "Latin Alfabesi" değil, "Türk Alfabesi" dediğini biliyoruz. Bunun en büyük nedeni, bu abecenin Türklerin öz abc'si olduğuna inanması idi. Çünkü, Latin abc'sini bulanlar Latinler, yani Romalılar değildi. Bu abc'yi bulanlar Proto-Türk kültürlerinden Etrüskler-Pelasglar idi. Romalılar Etrüsklerden almışlardı. Etrüsklerin Orta Asya, Kuzey Karadeniz ve Anadolu'dan İtalya'ya göç eden boyların uzantısı olduğunu bilen Atatürk, bu abc'nin eski Türk tamgalarından değişerek oluştuğunu düşünüyordu. Nitekim, sonrasında elde edilen birçok bilimsel bulgu da Etrüsklerin Türk kültür kökenli olduğunu göstermiştir. Bu nedenledir ki, Atatürk bu abc'yi almakta sakınca görmemiştir.


O günlerde bilimin hızla alınabilmesi, ulusun Osmanlıca esperantosundan kurtulup halkın birbirini, devleti ve gelişmekte olan dünyayı anlaması, eğitim sisteminin oturtulabilmesi için bilimin yapıldığı abc'nin alınması da en akılcı nedenlerdendir. Diğer yandan, abc değiştirdiğimiz dönemde SSCB egemenliğinde olan Orta Asya ve Sibirya Türkleri ile yazı birliği sağlamak için Latin abc‘sine geçilmiştir. Konuyla ilgili bir yüksek lisans tezinde şunlar yazmaktadır:


"Latin Alfabesi ‘ne geçiş, 1 Kasım 1928'de gerçekleştirilmiştir. Atatürk'ün bu en mantıklı ve meşru yolu tercih etmesine rağmen, Sovyetler, Türk Dünyası’nda dil ve kültür birliğinin gerçekleşmemesi için idaresinde yaşayan Türk halklarına, Türkiye'nin 1928 Dil Devrimi’ni gerçekleştirerek Latin alfabesine geçmesi üzerine, Kiril alfabesini zorla kullandırtmıştır. Kril alfabesine zorunlu geçiş yapmadan önce Rusya coğrafyası Türk Dünyası’nın birçok bölgesinde Latin Alfabesi kullanılmaktaydı." (A. V. Yurchenko, "Genocide Through Destruction of National Culture and Sense of Nationality" Genocide in the USSR; Series 1, No.40, Institute For The Study of the USSR, Munich, 1958, s.13.).


Kısacası, Atatürk hem Türkler arasında yazı ve dil birliği sağlamak, hem de zaten Türklerin kadim kültür ürünü olduğunu düşündüğü Etrüskler‘in abc'sini almak için Latin abcsi'ni (kendi deyimiyle "Türk Alfabesi’’ni) seçmiştir.

Günümüzde de Türk Dünyası Cumhuriyetlerinden Azerbaycan, Kazakistan ve Özbekistan’ da Kril Alfabesi terk edilerek tekrar Türk-Latin Alfabesi‘ne dönüş çalışmaları olanca hızıyla sürdürülmektedir.


Türk Dili konusunu da, Arjantin'in en güney-uç noktasına yaptığım bir seyahat sırasında karşılaştığım ilginç bir örnekle şimdilik sonlandırıyorum...



BAZI SİYASİ DEVRİMLER VE GEREKÇELERİ


Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)

İstanbul Hükûmeti de İtilaf devletleri tarafından Lozan Görüşmelerine çağrılmıştı. Bu durum, TBMM ile İstanbul Hükûmeti arasında ikilik oluşturabilirdi. Saltanat kavramı ise millî egemenlik ilkesine aykırıydı. Günümüzdeki gibi bazı çevreler hâlâ saltanat yönetimini istemekteydi.

Alınan bu karar ile Lozan’da ikilik çıkması önlendi. Ulusal egemenlik ilkesi güçlendirildi. Osmanlıların siyasi varlığı sona erdi. Siyasi yetki ile dini yetkinin birbirinden ayrılması ile laiklik yönünde ilk adım atılmış oldu.

Vahdettin saltanatın kaldırılmasından sonra güvenliğini tehlikede gördüğünden dolayı İngiltere’ye sığındı. Vahdettin’in, İngilizlerden sığınma talebinde bulunduğu mektupta “Müslümanların halifesi” imzasını kullanması, saltanatın kaldırılmasını kabul ettiğini gösterir. Vahdettin’in halifeliği yurt dışında istismar edebileceğini düşünen TBMM 18 Kasım 1922’de Abdülmecit Efendi’yi halife olarak belirledi. Teşkilat-ı Esasiye kanunu da padişah ve halifeyi sembolik hale getirmiştir.


Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

Sebepleri: 1- Halife Abdülmecit’in TBMM’nin belirlediği kurallara uymaması. 2- Halifeliğin laiklik ve cumhuriyet rejimi ile bağdaşmaması. 3- Halifelik makamının cumhuriyet karşıtları için sığınak haline gelmesi. 4- Halifelik makamının yapılacak devrimler için engel görülmesi. 5-İslam ülkelerinde sömürgeleri olan Avrupalı devletlerin halifeliği temsil eden Türkiye’yi kendileri için potansiyel tehlike olarak görmesinin Türkiye’nin dışişlerini olumsuz etkilemesi.

Halifeliğin Kaldırıldığı Gün; Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi; ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaletine (Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı) bağlanmasını öngören yasa devreye alınmıştır. Günümüzdeki eğitim politikaları ve imam hatipleşme temayülleri Cumhuriyet dönemini aratır niteliktedir. Bu gün gelinen noktada Anadolu’da sanki bu kanun yokmuş gibi hareket edilerek 2600 civarında Medresenin eğitim verdiği belirtilmekte. Endişe ise çok uzak olmayan bir tarihte bu medreselerde eğitim gören gençler ile seküler eğitim gören gençlerin karşı karşıya gelmesidir.

Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Erkan-ı Harbiye Vekâleti kaldırılarak; yerine Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı oluşturuldu. Böylece askeri yetki ile siyasi yetki birbirinden ayrılmış oldu.

Savaş yıllarının anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye görevini fazlasıyla yapmış ve yerini aşağıdaki kapsamı ile 20 Nisan 1924 Anayasası’na bırakmıştır.

1-Egemenlik milletindir. 2-Devletin şekli cumhuriyettir. 3-Devletin dini İslam, Başkenti Ankara, dili Türkçedir. 4-Yasama, yürütme ve yargı meclise aittir. 5-Kişi hürriyeti başkasının hürriyetinin başladığı yerde biter. 6-Vekiller 4 yılda bir seçilir. 7-Seçme yaşı 22; seçilme yaşı 30’dur. 8-Cumhurbaşkanı 4 yılda bir seçilir. Tekrar seçilebilir. 9-Seçme ve seçilme erkekler aittir. 10-Vatandaşlar kanun önünde eşittir. 11-Kabine sistemi geçerlidir. 12-Cumhuriyet sistemi değiştirilemez.

Meclis hükûmeti sistemi ile parlamenter sistem arasında bir geçiştir. Türk Devriminin hukuki temelleri atılmıştır. Yargı kısmen meclisin dışına alındı. En uzun ömürlü anayasamızdır. İnkılaplar dönemi anayasası olduğundan dolayı, en fazla değişikliğe uğrayan anayasamızdır. 1928’de, anayasadan “Devletin dini İslam’dır” maddesi çıkarılarak, anayasa laikleşti. 1934’de kadınların seçme ve seçilme hakkı anayasaya alındı. 1937’de Atatürk İlkeleri anayasaya alındı. 1945’de anayasanın dili sadeleştirildi. 1952’de ise anayasanın eski dili tekrar kabul edildi.


ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ


23 Nisan 1920’de açılan ilk TBMM’de siyasi partiler yoktur. Bütün vekiller Misak-ı Millî’yi gerçekleştirme fikri etrafında birleşmişti. İlk anayasa hazırlanırken; mecliste Tesanüt, İstiklal, Islahat ve Halk Zümresi gibi gruplar oluştu.

Seçimler 23 Nisan 1923’de yapıldı ve II. Meclis 11 Ağustos 1923’de çalışmaya başladı. Lozan Antlaşması’nın onaylanması, Ankara’nın başkent ilan edilmesi ve cumhuriyetin ilan edilmesi gibi birçok iş II. Meclis tarafından yapıldı. 1923-1927 arasındaki büyük inkılâpları (devrimleri) yaptığından dolayı II. Meclise “inkılapçı meclis” de denilir.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu 9 Eylül 1923’de Halk Fırkasına dönüştü. Mustafa Kemal, gerçekleştirmeyi düşündüğü inkılapları parti programına koymuş ve bu partiyi her hangi bir toplumsal sınıfın değil; bütün halkın partisi yapmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal bu şekilde inkılapları halka mal etmek istiyordu. Halk Fırkası 1924’de Cumhuriyet Halk Fırkası; 1935’de ise Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. Bu partinin başkanlığını ve cumhurbaşkanlığını 1938’e kadar Mustafa Kemal yürüttü. 1938 ile 1950 arasında İsmet İnönü CHP’nin başkanlığını yürüttü. 1980’de kapatılan Parti 9 Eylül 1992 tarihinde tekrar açılmıştır. CHP devletçilik ilkesini benimsemiş olmasından dolayı kendisinden sonra kurulan partilerden ayrılır.

Ayrıca 18 Ekim 1920’de Türk Komünist Partisi kurulmuştur. Bu partinin kuruluşunda SSCB’nin yardımını devam ettirebilmek, gizli komünist çalışmalarını kontrol altına almak, Rusya’nın baskı ve gizli girişimlerinden kurtulmak düşüncesi etkili olmuştu.


TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI


Milletvekilleri arasında saltanatın kaldırılması, halifeliğin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı sonucunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Halk Fırkası içinde en fazla karşı çıkılan konular, devletçilik ve inkılapçılık oldu. Görüş ayrılıklarının giderek artması sonucunda CHF’den ayrılan milletvekilleri ile ordudaki görevlerinden ayrılan milletvekilleri 17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF ) kurdular. (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Adnan Adıvar partinin ileri gelenleridir.) Partinin, dini inançlara saygılı olduğunu slogan haline getirmesi, eski düzen yanlılarının bu partide toplanmasına neden oldu. Doğu’daki bazı illerin TCF yöneticilerinin bir kısmının 13 Şubat 1925 tarihli Şeyh Sait isyanına adının karışması nedeniyle, parti Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. TCF, cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisidir. TCF, devletçilik ile inkılapların hızlı ve köktenci olmasına karşıydı ve ekonomide liberalizmi benimsiyordu. Bu süreçte meydana gelen Şeyh Sait isyanı ve Menemen olayı (23 Aralık 1930) gibi olaylar çok partili hayat için gerekli ortamın henüz oluşmadığını göstermekteydi.


DEMOKRAT PARTİ (1946)


CHP’de parti içi muhalefet artmıştı. II. Dünya Savaşı’nı demokrat devletlerin kazanması etken olmuştu. Türkiye’nin artık çok partili hayata hazır hale geldiği düşünülmekteydi. Demokrat Parti, CHP’den ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan öncülüğünde kuruldu. “Açık oy, gizli tasnif” esasına göre 1946 yılında yapılan seçimleri CHP’nin kazandığı ilan edildi. Ancak, seçim sonuçlarına yönelik yoğun tartışmalar yaşandı. Hukuk güvencesi altına alınan ve “gizli oy, açık tasnif” esasına göre yapılan 1950 seçimlerini, DP ezici bir çoğunlukla kazandı ve ilk defa Türkiye’de 23 yıldır iktidarda olan CHP dışında başka bir parti yönetime geldi. DP iktidarı 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar devam etti. 17 Eylül 1961’de devrin başbakanı Adnan Menderes idam edildi.


DP’nin ilk işi TBMM’de 16 Haziran’da oybirliğiyle Arapça Ezan yasağını kaldırmak ve 14 Temmuz’da ise bir genel af yasası çıkararak eskiden işlenmiş bütün suçları bağışlamak olmuştur.


DP iktidara geldiğinde anti-demokratik öğeleri kaldırmaya söz vermiş ve bu konuda bazı adımlar atmış ise de özellikle basına karşı hoşgörülü davranmayı başaramamış eleştirilmeye tahammül edememiştir. Daha 1951 de resmi ilanlar kararnamesi çıkararak gazeteleri hükümetin takdirine göre ödüllendirmek ya da cezalandırmak olanağını elde etmiştir.

1954 seçimleri sonrasında ise çıkarılan yeni bir yasayla kamu görevlilerinin bağlı oldukları teşkilat emrine alınarak görevden uzaklaştırma olanağı yaratılması sağlanmıştır. Böylelikle yönetime karşı olan kamu görevlisi ve basın mensuplarının tasfiye edilmesi yolu açılmış oluyordu. Bu yasanın üniversitedeki uygulamalarının ilk kurbanları ;

Prof.Dr. Bülent Nuri Esen,

Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta ve

Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu olmuştur.

Ekonomik zorluklar başlıyor…Bu dönemde Demokrat Parti’yi böyle politikalar uygulamaya zorlayan nedenlerin başında ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar gelmektedir. Bozulan ekonomik dengelerin borçlanma yoluyla kapatılmasının düşünülmesi ancak bunda başarısız kalınması yönetimi giderek sertleşmeye itmiştir.

Demokrat Parti döneminde NATO’ya girmek için yapılan politik manevralar hızlandırılmış, sonuçta Türkiye Yunanistan’la birlikte 1952 yılında NATO üyesi olmuştur. Türkiye izlediği bu Batı eksenli politikalarıyla Sovyet tehdidine karşı bir güvence aramış; ekonomik, siyasal ve askeri olarak da Batı Blok’unun bir üyesi olmaya çalışmıştır. Günümüzde Türkiye’nin dış politika sorunlarından birini oluşturan Kıbrıs Sorunu’nun ilk ortaya çıkışı da Demokrat Parti’nin iktidarı dönemine rastlamaktadır.

1957 genel seçimlerinden sonra, DP’nin sertleşme eğilimi tırmanarak devam etmiştir. Uygulanan çoğunluk sisteminin sonucu Meclis içinde sağladıkları üstünlük onlara muhalefeti engelleyebilecekleri sanısını vermiştir. TBMM iç tüzüğünde kendi amaçlarına uygun değişiklikleri gerçekleştirerek bir yandan milletvekillerinin denetim olanaklarını sınırlarken öte yandan dokunulmazlıklarının kaldırılmasını kolaylaştırıp verilecek cezaları artırma yoluyla onları baskı altına almaya yönelmiştir.

Bu arada Silahlı Kuvvetlerin de hedef alınmasından kaçınılmamıştır. 1958 başlarında dokuz subayın darbe yapacakları savı ile tutuklanması ise ortamı daha da germekten öte bir sonuç getirmemiştir.

Aynı yıl içinde ekonomik bunalım giderek artmış, piyasada birçok malın bulunamaması, karaborsanın artması, zamların birbirini izlemesi halk arasında hoşnutsuzluğun giderek artmasını birlikte getirirken, kredi bulmak amacıyla yapılan dış gezilere bağlanan umutlar da tükenmiştir.

Bu arada DP iktidarı başarısızlıklarını örtmek, kamuoyunun dikkatlerini dışarıya yöneltmek için son derece riskli ve sorumsuz bir politik seçeneği devreye sokmaktan çekinmemiş dış politikada bloklar arası soğuk savaşı körükleyerek Batı yardımını sağlamak üzere ülkeyi sıcak savaşa sürükleyecek olan Irak’a müdahale girişimini son anda ABD önlemiştir.

İktidarın bu başına buyruk gidişi karşısında 1958 yılı sonuna doğru partiler arası birleşmeler gerçekleşmeye başlamıştır. Ekim ayında Türkiye Köylü Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne, Kasım’da da Hürriyet Partisi CHP’ye katıldı. 1959 Ocak ortalarında toplanan CHP 14. Kurultayı bir ”İlk Hedefler Beyannamesi”’nde Güç Birliği’nin hedefleri oluşturulmuştur.

Bu yıl içinde İnönü’nün yaptığı yurt gezilerinde Uşak’ta, İzmir’de ve İstanbul Topkapı’da saldırıya uğraması, partisine yapılan baskılarla düzenledikleri mitinglerin engellenmesi toplumda giderek gerilimi artırdığı gibi beraberinde kamplaşmayı getirmiştir.

1960’ta Üniversitelerdeki protestolar sırasında yaşananlar ve Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alttan alta başlayan hareket protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı.

21 Mayıs’ta bu kez Ankara’daki Harp Okulu öğrencileri, iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı.


DP dönemi genel olarak değerlendirilirse;

• Çoğulculuk yerine çoğunlukta olmayı esas alarak muhalefeti yok sayıp baskı altında tutmak, • Muhalefetle ilişkileri hemen daima bir kavga havasında yürüterek ortamı germek, Dış politikada ABD güdümüne girerek bağımsızlığı feda etmek, Dini sorumsuzca siyaset aracı olarak kullanarak tarikatları hortlatıp dinci çevrelerin umudu haline gelmek...


Menderes’in “…odunu bile aday göstersem seçtiririm..” diyebilecek ölçüde tek ve vazgeçilemez olduğuna inanması, çevresinin uyarılarına kulaklarını tıkaması, kendi bildiğini okumakta ve toplumu yok sayarak germekte ısrar etmesi gibi etmenleri Türkiye Cumhuriyeti’mizin ne yazık ki ilk başarısız çok partili hayat deneyimi olarak görmek mümkündür.


DP Döneminin Bazı Kritik Olaylar Kronolojisi :

16 Haziran 1950 : Demokrat Parti hükümetinin ikinci önemli icraatı, Arapça ezan okunma yasağını kaldırması oldu. (Türkçe ezan yasaklanmamıştır, yalnızca ezanın Arapça da okunabileceği belirtilmiştir. Ne var ki, bu karar 1932’den beri Türkçe okunan ezanın sonu olmuştur).

5 Temmuz 1950 : Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı.

28 Ağustos 1950 : Bir yazarın okul tarih kitaplarından İnönü'nün adını çıkartması tartışmalara yol açtı.

3 Aralık 1950: Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı ve böylece kuran kurslarına yeşil ışık yakıldı.

12 Mart 1951 : Demokrat Parti Konya İl Kongresi'nde fes, çarşaf ve Arap harflerinin serbest bırakılması istendi.

25 Mart 1951 : Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı.

3 Mayıs 1951 : Demokrat Parti Meclis Grubu'nda din eğitiminin genişletilmesi istendi.

4 Mayıs 1951 : Menderes, Meclis'te yaptığı konuşmada "Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır" dedi. (Halkevlerinin topluma katkılarının özeti ‘’Kaynaklar’’ bölümündedir).

4 Kasım 1951 : İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu.

21 Temmuz 1953 : Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi.

27 Ocak 1954 : 1940 yılında Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmenlik yapmaları düşüncesiyle kurulan Köy Enstitüleri 6234 sayılı yasayla kapatıldı.

Aslında, CHP dönemi 1946-1947 eğitim yıllarında köy enstitüleri kapatılmaya başlanmıştır. Bu dönem, İsmet İnönü tarafından atanan CHP'li Reşat Şemsettin Sirer'in yeni Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemdir. 1946 itibarıyla eğitim kurumlarında büyük bir içerik değişikliği yaşandı. Kapatılma ve dönüşüm sonrası köy enstitülerinin devamı olan Köy Öğretmen Okulları eğitime devam etmiştir. Köy Enstitülerinin yerini alan Köy Öğretmen Okulları ise 1954 yılında Demokrat Parti iktidarında kapatılmıştır.

21 Haziran 1954 : Demokrat Parti kendi kadrolarını kurmak için devlette tasfiyeye yöneldi.Yeni çıkarılan bir yasayla hükümete, 60 yaşını ya da 25 hizmet yılını doldurmuş yargıç ve profesörleri emekliye ayırma yetkisi verildi.

21 Ağustos 1954 : Liseler 11 sınıfa indirildi.

19 Mayıs 1957: Kayseri'de halka yaptığı açıklamada Menderes, DP'nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiğini ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını anlattı.

Mart 1958 : Demokrat Parti örgütlerinin Ramazan ayı boyunca camilerde düzenlediği mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayını uygulaması başlatıldı.

19 Ekim 1958: Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes’in Emirdağ’ı bu ziyaretini özel bir destek işareti olarak değerlendiren Said-i Nursî, bu olaydan sonra ülke içinde gezilere başladı. (Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı).

17 Şubat 1959'da Menderes'in başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düştü.

20 Şubat 1959 : Kazadan sonra Yurda dönen Menderes boğa ve develerin dahi kesildiği görkemli törenlerle karşılandı. Uçak kazasından kurtulmuş olması nedeniyle taraftarları arasında adeta ‘’evliya’’ mertebesinde kabul edilen Menderes Eyüp Sultan’a gitti, yanında büyük bir kalabalıkla türbede dua etti, dağıtılmak üzere resimler çektirdi.

2 Mart 1959: Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi. Korur’un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 2 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşıyordu.

1960 (1960 yılının 23 Ekim günü yapılacak olan nüfus sayımı ile cumhuriyet dönemimizde okur-yazar oranının yalnızca Demokrat Parti iktidarının 1950-60 döneminde gerilediği, 1955’te % 41 iken 1960’da % 39,5 a düştüğü görülecektir).

1 Ocak 1960 : Lüks otomobiliyle bir süredir yurt gezilerini sürdürmekte olan Said-i Nursi İstanbul'a geldi.

5 Ocak 1960 : Mersin’e gitmekte olan Menderes’in önüne Tarsus’ta elinde kasap bıçağı olan Ali Bayat adlı bir şahıs çıktı ve bacaklarının arasına sıkıştırmış olduğu beş yaşındaki çocuğu göstererek “uçak kazasından kurtulduğunuz için oğlumu size kurban edeceğim” dedi, son anda engellendi.

Ocak 1960 : Said-i Nursî’nin (Sait Okur) doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “ Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde Risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim, Müslüman vekillerle görüştüm.. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili) Tevfik İleri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim…. Said-i Nursî “

16 Mayıs 1960 : Milli Eğitim Bakanlığı 19 Mayıs gösterilerini yasakladığını açıkladı.

DP’nin Cumhuriyet ilkeleri, demokrasi ve laikliğe aykırı faaliyetleri ne yazık ki başka bir antidemokratik darbe süreciyle bastırılmış, üstüne üstlük çok hazin ve yanlış bir karar ile gerçekleştirilen idamlar Türkiye Cumhuriyeti demokrasi sürecini derinden etkileyerek bir bakıma Mustafa Kemal Atatürk’ün de kesinlikle karşı olduğuordu-siyaset ilişkileri ve darbe girişimlerinin de önünü açmıştır.

Günümüze baktığımızda da bu iki dönemin antidemokratik uygulamalarının benzerliklerini görebiliriz. Özellikle din ve tüm inanç sistemlerinin kişiye özel olduğunu ve hiçbir siyasi propaganda faaliyetine alet edilmemesi, Yürütme, Yasama ve Yargı’nın bağımsız kalması gerektiği aşikardır.


1961 ANAYASASI: (Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk demokratik ve kuvvetler ayrılığı prensibine dayanan anayasasıdır).

1-Kuvvetler ayrılığı prensibi benimsendi.

2-Cumhuriyet senatosu kuruldu.

3-Nispi temsil sistemi benimsendi.

4-İlk Anayasa mahkemesi kuruldu.

5-Kişisel hak ve hürriyetler genişletildi.

6-Cumhuriyetin nitelikleri değişmez kabul edildi.

7-Sosyal hukuk devleti anlayışı benimsendi.

8-Yürütme sınırlandırıldı.

9-Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri kısıtlandı.

10-Üniversiteler, TRT, DPT ve MGK anayasaya alındı.

11-Anayasa Mahkemesi, Kanun Hükmünde kararname çıkarma, Yüksek Savcılar Kurulu, Yüksek Hâkimler Kurulu ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi benimsendi.

12-Meclis 450 üyeden, cumhuriyet senatosu 150 üyeden oluştu.

13-Vekiller 4 yılda bir; senatörler 6 yılda bir seçilecektir.

14-Siyasi parti hakları anayasaya alındı.


1961 Anayasasının Özellikleri

27 Mayıs 1961 askeri darbesi sonucunda hazırlandı. Dönemin Kurucu Meclisi tarafından yapılmıştır. İdamların anayasa hazırlıklarından sonra yapılması büyük üzüntü yaratmıştır. Siyasi iktidarın uygulamalarına karşı olduğu için bir tepki anayasası niteliği taşıdığı da söylenebilir. Bağımsız ve tarafsız hâkimler tarafından kurulan Anayasa Mahkemesi’ne yol verdiği için ‘’Ülkeyi hakimler yönetsin’’ eleştirilerine hedef olmuştur. Yaklaşık 9 sene boyunca Türkiye’de demokratikleşme yaşanmış, sol ve komünist fikirler ifade edilmiş, Türkiye İşçi Partisi mecliste yer bulmuş, basın özgürlüğü ve diğer özgürlükler bir şekilde güvence altına alınmıştır. Cezalar da orantılı bir şekilde uygulanmıştır; örneğin Türkiye’de bir partinin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olduğu kabul edilmiş ancak yaptırım olarak, yapılan devlet yardımının kesilmesi yaptırımı uygulanmıştır.


61 Anayasası’nda; ‘’Anayasa Mahkemesi nasıl kurulur? 145. madde. Anayasa Mahkemesi 15 asıl ve 5 yedek üyeden oluşur. Asıl üyelerden 4’ü Yargıtay, 3’ü Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleriyle başsavcı ve başkanının sözcüsü arasından üye tam sayısının salt çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir. Çoğunluk Meclis dışında hâkimlerdedir.’’ Daha sonra ve bugün ise bu yetki tamamen cumhurbaşkanına verilmiş durumdadır.

12 Mart 1971 tezkeresi dönemine kadar dönem ikitidarların kıyısından köşesinden girip istedikleri şekle sokmaları ve ‘’bu anayasa bize bol geliyor’’ söylemleri sonucu bozulmuş ve bir anlamda ve ne yazık ki ‘’61 Anayasası prensipleri ve Cumhuriyet İlkeleri’nden saptırılmıştır’’ diyebiliriz.


Çok elim bir uygulama olan idamlar ve kapatılan Demokrat Parti üyelerinin bir şekilde Kurucu Meclis’te temsil edilmemeleri de çok yanlış olmuştu. Şimdi buradan şöyle bir noktaya varmak lazım. Anayasalar, halkın çoğunluğu bunu benimsemiyorsa, yaşayamıyor. Yani kusur, 1961 Anayasası’nda değil, onu özümsemede. Onu özümseyebilmeniz için demokrasiyi özümseyebilmeniz lazım. Zaten başka ülkelerde de demokrasi hemen 5 yılda 10 yılda gerçekleşmiyor. Uzun bir süreç geçiriyor. Yakın tarihimiz ve günümüzde de bu süreçleri bizler de geçiriyoruz.


1971’de Nihat Erim ile birlikte askerlerin isteği üzerine iki defa Anayasa değişikliği yapılır ve demokrasi süreci geriye döner. Ayrıca 1970’li yılların ortalarında tarikat ve cemaatlerin sağ iktidarlar sayesinde, şirketleşip, holdingleşerek sanayici oldukları da görülmektedir. 1969 olayları, Kanlı Pazar (Amerika’nın 6. Filosunu protesto girişiminde yaşanan olaylar) gibi olaylar geriye dönüş sürecini hızlandırır. Komünizm tehdidi ve özgürlükler bahane edilerek uygulamaya alınan Nato yanlısı politikalar Cumhuriyetin ‘’Bağımsız ve Laik Türkiye’’ ilkesinden önemli ölçüde sapılması anlamını taşımaktadır.

Yani demokrasi bir anda kabul edilemiyor, özümsenemiyor. Uzun yıllar bunun mücadelesinin yapılması gerekiyor. Türkiye’deki en sıkıntılı noktalardan biri de şudur: Avrupa’da demokrasiyi güçlendiren bazı unsurlar var. İşçilerin, emekçilerin, örgütlü bir şekilde güçlenmesi ve demokrasiye bağlanmaları. İkincisi “kent soylu” adı verilen burjuvanın, sermaye kesiminin şu ya da bu şekilde, ilerici olsun, gerici olsun, demokratik toplum ilkelerini özümsemeleri ve kabul etmeleri gerekiyor...Türkiye’de bunlar halen gelişmeye muhtaç...Emekçilerin örgütlenmesi kısıtlanıyor. Siyaset-Sermaye-Burjuvazi üçlüsünün de gerçek İslam anlayışıyla ilgisi olmayan dinci oluşum ve tarikatlerle olan ilişkileri ise demokrasi sürecinin önündeki önemli sıkıntılardan biri olmaya devam ediyor.

Daha yolumuz var gibi gözüküyor… 61 Anayasası bütün bilim kitaplarında Avrupa’da, Amerika’da 1960’ların yani 20. yüzyılın ikinci yarısında yaratılan en önemli anayasalardan biri olarak kabul ediliyor. Ama bunun metin olarak ortaya konulması başka, anayasanın çoğunluk tarafından benimsenmesi ise bambaşka bir şey.


1982 ANAYASASI ise özellikleri bakımından ‘’Kurucu İlkeleri’’n yanından bile geçmiyordu:

1-12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucunda hazırlanmıştır. Natocularla işbirliği halinde gerçekleştirilmiş bu darbe yine komünizm ve SSCB tehdidine karşı 1971’de olduğu gibi, ‘’ılımlı islam’’ denen bir yaklaşıma yol vermiştir. Abd’nin ‘’Yeşil Kuşak’’ oluşturma teorisi adı altında Türkiye’deki islamcı cemaat ve tarikatlerin devlet kurumları içerisine nüfus etmelerinin ve eğitim sisteminde ‘’imam hatip’’ leşmenin önü açılmıştır. Bu durum ise son dönemlerde yaşadığımız çıkmazın bir ön hazırlığını teşkil etmiş, 2000’li yıllardan itibaren Türkiye ile birlikte Orta Doğu’nun yeniden şekilledirilmesini hedefleyen sömürgeci projenin ve bununla bağlantılı bir kalkışmanın sebebi olmuştur.

2-1982’de yapılan referandum sonucunda hem anayasa hem de cumhurbaşkanı belirlendi.

3-Kişisel hak ve hürriyetler kısıtlandı.

4-Cumhuriyet senatosu kaldırıldı.

5-Milletvekili sayısı 400 olarak belirlendi. (1987’de 450’ye çıkarıldı.)

6-Milletvekili seçimlerinin 5; cumhurbaşkanlığı seçiminin 7 yılda bir yapılması kabul edildi.

7-Yapılan darbeyi haklı gösterme eğilimindedir.

8-Yürütmeyi güçlendirmeye çalışmıştır.

9-Değişmeyecek hükümleri çoktur.

TBMM’nin Yetkileri:

1-Kanun koymak ve değiştirmek

2-Bakanlar kurulunu denetlemek

3-Bütçeyi görüşmek

4-Para basılmasına karar vermek

5-Savaş ve barışa karar vermek

6-Uluslararası antlaşmaları görüşmek

7-Genel ve özel af çıkarmak

8-Ölüm cezalarının uygulanmasını onaylamak

9-Süre dolmadan seçimlerin yenilenmesine karar vermek.


Günümüze geldiğimizde ise, sözde ileri demokrasi ve milli irade söylemleri ile sömürgeci vesayet odakları karşısında ‘’bağımsız olamayan’’ şahıs yönetimi ve oligarşisi 2017 Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi Anayasa referandumu sonrası oluşan Anayasa’nın dahi değiştirilmesini gündeme getirmektedir. Anayasa’nın zaten kaale alınmadığı bir çok uygulama yapılmasının yanısıra ilk dört maddesi ve özellikle 14. maddenin değiştirilmesinin hedeflendiği görülmektedir.

Anayasa'nın ilk üç maddesi devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti gibi konuları içeriyor. Dördüncü madde ise bu ilk üç maddedeki hükümlerin değiştirilemeyeceği yönünde.


MADDE 14. – (Değişik: 3.10.2001-4709/3 md.) Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.


Anayasalar her istendiği an değiştirilebilecek, yeniden yazılabilecek kanunlar değildir. Türkiye’deki yürütme, 50’li yıllardan başlamak suretiyle, tarikat ve cemaatlerle (ör. İsmailağa, Menzil…) birlikte onları destekleyen bazı sermaye gruplarının Atatürk’ün ‘’Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’’ ni vahşi kapitalist küresel sermaye odaklarının hizmetine vermek üzere yeni bir taslak hazırlığı içinde olduğu görülüyor. Söz konusu tarikat ve cemaatlere gelince, sayısal anlamda büyük bir ağırlık teşkil etmemelerine rağmen şahıs rejimi tarafından toplumu sindirip korkutmak, umudu kırmak gibi niteliksel özellikleriyle ve sosyal medya algı unsurları kullanılmak suretiyle desteklendiğini söylemek mümkün. Nüfusun %80’inin yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamaya mahkum edilmesi de bu sürece hizmet etmektedir. Tarikatleşmiş bu sermaye gruplarının devlet imkanlarını elinde bulunduran yürütme tarafından vergiden muhaf olacak şekilde desteklendiği de görülmektedir. Devlete verilmesi gereken vergiler dernek ve vakıflara bağış olarak alınmakta kendi amaçları için kullanılmaktadır. Zaten bunların görüntülerine bakıldığında saf bir islami duruş ve tavırdan ziyade şatafat ve zenginlik içinde bazı aşırı liberal ve kapitalist çevrelerle içe içe oldukları görülür. Bu ‘’Ulus Devlet’’ kavramını ortadan kaldırmaya ve yeni bir Sevr anlayışı ve Orta Doğu projesi yaratmaya yönelik bir hazırlıktır ve aslında global ölçekte yürütülmektedir. Hazırlığı yapılan çalışmada şu noktalar kendini göstermekte:

· Anayasada Türklük kavramı olmayacaktır.

· Milliyetçiliğe yer verilmeyecektir.

· Egemenlik uluslar-üstü kuruluşlarla paylaşılacaktır.

· Uluslararası hukuka uyulacaktır.

· Yerel yönetim özerklik şartı uygulamaya alınacaktır.

· Halkların kendi kaderini tayin hakkı için hukuki dayanak yaratılacaktır.

Gördüğümüz gibi durum çok açık, ‘’Kurucu İlkeler’’ Ata’nın vasiyet ettiği gibi geliştirilmek bir yana adeta silinmeye çalışılıyor. Ancak bu o kadar kolay değil, Türkiye Cumhuriyeti’nde Kuva-yı Milliye ruhu halen vardır ve devran mutlaka dönecektir.


Yakın zamanda bu gerici zihniyete verilmiş olan en güzel cevaplardan biri de Voleybol Kadın Milli takımımızın Abd Teksas’ta bütün dünya devlerini yenerek ‘’Dünya Şampiyonu’’ sonrasında ''Avrupa Şampiyonu'' olması ve ''Olimpiyat Vizesi'' almasıdır. Bu da ülke insanının ve kadınlarımızın imkan sağlanıp doğru yönetildiğinde neler yapabileceğinin somut kanıtıdır; bizlere düşen ise umutsuzluğa kapılmadan organize olup mücadeleye, bilinçlenmeye, bilgiyi yaymaya ve bilinçlendirmeye yılmadan devam etmek !...


3. Bölümün sonu...

65 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazar Hakkında
WhatsApp Image 2022-11-17 at 2.45.19 PM.jpeg

Muzaffer Haluk Hızlıalp 30.11.1962 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk öğrenimini Erenköy ve Yıldız İlkokullarında, orta ve lise öğrenimini Fransız Saint-Benoit Erkek Lisesi’nde, Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, lisans-üstü eğitimini ise İngiltere King’s College’ da tamamlamıştır.

#GunesInsan

Yeni bir çalışma yayınladığımda güncelleme almak için bloguma abone olun.

Teşekkur ederim!

bottom of page