ATA VE KUR'AN
Atatürk, İslam dininin temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'e büyük önem vermiştir. İlk Kur'an kültürünü ailesinden, Zübeyde Hanım'dan almıştır. Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa Kemal'e çok küçük yaşlarda Kur'an öğretmiş ve eve çağırdığı hafızlar sayesinde öğrettirmiştir.
Atatürk, Kur'an metninin yazılı olduğu 'mushafa' daima saygı göstermiştir. Defalarca Kur'an üzerine yemin etmiş, sıkça Kur'an dinlemiştir. Kur'an'ın manevi gücünden yararlanmıştır. Yakınları ve şehitler için Kur'an okutmuş, Kur'an'ın tecvid kurallarına göre okunmasına ve hat ile yazılmasına önem vermiştir. Dahası Kur'an'ın tefsir ve tercümesiyle çok yakından ilgilenmiş, pek çok ayetin yorumu üzerinde durmuştur. Çeşitli vesilelerle Kur'an'ın içerdiği temel konulara değinmiştir. Zaman zaman Türk kültürüne yerleşen Kur'an ifadelerini kullanmıştır. Birçok konuşmasında Kur'an ayetlerinin evren yasalarıyla uyum içinde olduğunu açıklamıştır.
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal hakkında değişik tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmaların başında da İslâm dini ile olan ilişkisi gelmektedir.
Gazi Mustafa Kemal için böyle bir tartışmanın varlığı abestir. Zira hayatına kabataslak olarak bile baktığımızda onun İslâm dinine, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav), Kur’an’a son derece saygılı yaşadığını görürüz.
Her şeyden Önce Mustafa Kemal, bir İstiklâl mücadelesine liderlik yapmış ve ''Gazi'' olmuştur. Bilindiği üzere “Gazilik” İslâm dininde “Şehitlik”ten sonraki en yüce mertebedir ve Mustafa Kemal’e ''Gazi'' unvanını Türk milleti ile birlikte T.B.M.M vermiştir.
Balıkesir Zağnos Paşa Camii'nde 07 Şubat 1923 tarihinde kendisinin minbere çıkarak yaptığı konuşmanın metni bugün de camide sergilenmektedir.
Balıkesir, İzmir'in işgalinden on üç ay sonra, 30 Haziran 1920 tarihinde düşman işgaline uğradı. 795 Gün süren işgal sonrasında, 6 Eylül 1922 tarihinde Balıkesir düşman işgalinden kurtuldu. Atatürk, düşman işgali sonrası Balıkesir'i 7 kez ziyaret etti, ilk ziyaretini 6 Şubat 1923 tarihinde gerçekleştirdi. İzmir'den trenle Balıkesir'e gelen Mustafa Kemal Paşa'nın beraberinde eşi ve Kâzım Karabekir Paşa bulunuyordu. Balıkesir, Atasını büyük bir sevgi ve coşkuyla kucakladı. Karşılamaya 50 bini aşkın kişi katıldı ki o dönemde Balıkesir'in nüfusu sadece 20 bindi. Mustafa Kemal Paşa, Millî Kuvvetler Caddesi üzerine serilen halılar ve devasa taklarla süslü cadde boyunca halkı selamlayarak belediye binasına gitti, burada yapılan geçit törenini izledi. Paşa, geceyi Balıkesir'de Sacitzade Mahmut Bey'in evinde geçirdi.
Ertesi gün, 7 Şubat 1923 Çarşamba günü öğleden önce bazı kuruluş ve okulları ziyaret eden Mustafa Kemal Paşa, öğle namazını kalabalık bir cemaatle birlikte, Fatih Sultan Mehmet'in sadrazamı olan Zağnos Paşa tarafından İstanbul'un fethinden sekiz yıl sonra, 1461 yılında yapılan Zağnos Paşa Camisi'nde kılar, namaz sonrası şehitler için okunan mevlide katılır, sonrasında da minbere çıkarak tarihî Balıkesir Hutbesi'ni okur.
Balıkesir Hutbesi, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı boyunca yaptığı ilk ve tek cami içi konuşmadır. Gazi Mustafa Kemal pek çok yerde camiye gitmiş ancak bu şekilde konuşma yapmamıştır. Mustafa Kemal Paşa, hutbesine "Allah birdir, şanı büyüktür, Allah'ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun." diyerek başlar, kurulacak yeni devletin temel esasları ve cumhuriyet devrimleri konusunda halkı bilgilendirir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Balıkesir'e gelişinin arka planında önemli bir düşünce ve zamanlama dehası yatmaktadır. O günlerde Türkiye çok kritik iç ve dış gelişmelerden geçmekteydi. Balıkesir Hutbesi'nden üç gün önce, 4 Şubat 1923 tarihinde Lozan Barış Konferansı görüşmeleri kesilmiş ve heyetimiz Türkiye'ye dönmek üzere yola çıkmıştı. Atatürk bu önemli gelişme için dünyaya mesaj vermek istiyordu. Bu yer, İzmir'in Yunan işgalinden bir gün sonra hemen harekete geçip örgütlenen ve kongreler düzenleyerek Batı Anadolu'da Kuvay-ı Milliye cephelerini kuran Balıkesir'di. Atatürk, Balıkesir Hutbesi'yle Türk milletinin ve Türk ordusunun dimdik ayakta olduğu mesajını tüm dünyaya duyurdu.
Mustafa Kemal Atatürk "Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum, hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum." diyerek milletinin düşüncelerine ne kadar değer verdiğini göstermiş, cemaatten söz alanları dinlemiş, soruları cevaplamış; hutbe, karşılıklı soru ve cevaplarla yaklaşık bir buçuk saat kadar sürmüştür.
Balıkesir, halkın hiçbir yerden emir almadan örgütlendiği, millet duygusunun bağımsızlık aşkıyla organize olduğu Kuvay-ı Milliye'nin üssü ve başkentidir. Mustafa Kemal Paşa, zor günlerde en çabuk örgütlenebilmiş illerin başında Balıkesir'in geldiğini en iyi bilen kişiydi. Bu yüzden Balıkesir'e gelmesi ve burada hutbe okuması tesadüf değildir.
Atatürk Kur'an'ın siyasete alet edilmesine karşı çıkmıştır.
Kısaca Atatürk, mensubu olduğu dinin ana kaynağına kayıtsız kalmamış; Kur'an-ı Kerim'in hem orijinal Arapça metnini, hem de Fransızca ve Türkçe çeviri metinlerini defalarca incelemiştir.
Onun okuduğu kitaplardan biri de Cemil Sait'in 'Kur'an-ı Kerim Tercümesi'dir.
Atatürk, Kur'an'ın ezberlenerek sadece 'lafzı' olarak okunmasına karşıdır. Onun en büyük amaçlarından biri Kur'an'ın anlaşılmasıdır. Atatürk'ün özel hayatının derinliklerine inildiğinde, Kur'an'ın izleri çok açık şekilde görülebilmektedir. Atatürk'ü tanıyanlar, onun kütüphanesinde Arapça ve Türkçe tefsirli Kur'an'lar bulunduğunu söylemektedirler. Örneğin, 1921 yılında Atatürk'le görüşen Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk'ün yazı odasında kitap dolabının üstünde bir Kur'an-ı Kerim görmüştür. Ayrıca Ferit Tan, "Atatürk'ün masasında dikkatle Kur'an-ı Kerim okuduğunu gördüm" demiştir.
Ayrıca Anıtkabir Atatürk Müzesi'nde sergilenen Atatürk'ün kullandığı eşyalardan biri 3,5 cm uzunluğunda 2.8 cm genişliğinde ve 1 cm yüksekliğinde çok ufak boyutta basılmış bir Kur'an-ı Kerim'dir. Atatürk'e ait olan bu mushafın kapağı yaldızlıdır. Gümüşten yapılmış muhafazası da bezemelerle süslüdür. Atatürk Kur'an'ı bazen kendisi okur bazen de başkasına okutup dinlerdi. İsmail Hakkı Tekçe'nin Kur'an okumasından haz duyardı. Fakat okuyanın, mana ve derinliğini mutlaka bilmesini isterdi.
Din ve Kur'an ile ilgili bazı görüşlerini aşağıdaki gibi ifade etmiştir :
“Bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur. Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatıyla biz, içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki hakikaten kuvvetli olabilsin.”
“Yalnız şurası vardir ki din, Allah ile kul arasında kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların din komisyonculuğuna izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğiniz ve ettiğiniz bu kimselerdir. (Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, İstanbul, 1997, 2.Basım, Kaynak Yayını, s.216-217, Genel Kurmay, Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce Sistemi, c.III, s.452-453, 458-459).''
“Din, insanların gıdasıdır. Dinsiz adam, boş bir eve benzer. İnsana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu, elbette en mükemmelidir. İslâm dini, hepsinden üstündür – Banoğlu, Nükte ve fıkralarıyla Atatürk, s. 707″.
“İslâm dini, Arabistan ve Orta-doğu sınırları içine hapsedilen bir Arap dini değildir. Kur’an, Evrenlerin ve insanların Rab’binden tüm insanlığa sunulmuş bir mesajdır. Tanrı’nın bilgisini kapsayan bu mesajı, insanlığa duyuran Hz. Muhammed’dir. Bu duyuru, belirli bir ırk ve coğrafyayla sınırlı değildir. Bu duyuruyu kapsayan Kur’an, Dünya’nın sonuna kadar sürebilecek bir zaman dilimine, çok farklı iklimlere, apayrı alışkanlık ve kültürlerin olduğu geniş bir coğrafyada yaşayan insanların tümüne hitap edebilecek esneklikte bir kitaptır (Mustafa Sağ. Dini Atatürk gibi anlamak-2006).''
Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin Kur’an-ı Kerim’in manasını bilmeden okuduğunu görmüş ve milletinin inandığı kutsal kitabın içeriğinden haberdar olmasını istemiştir. 1925 yılında Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme ve tefsir ettirmek için girişimlerde bulunmuştur. Tercüme ve tefsir işi bittikten sonra Türkçe olarak on bin adet Kur’an-ı Kerim basılmıştır. İbadet etmek için inanılan kutsal kitabın manasının anlaşılarak okunması gerektiğini ifade etmiştir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bazı Türk aydınları da din dilinin Türkçeleştirilmesini düşünmüş ancak uygulamaya koyamamışlardır.
Atatürk tarafından Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercüme ettirilmesinin nedeni şu örnekle daha güzel anlatılmakta: 1928 yılı Ağustos ayında Atatürk yeni Türk harflerini halka tanıtmak için bazı illere seyahat eder. Tekirdağ’da Mevlana Hafız Mustafa Efendi ile sohbet ederken bir kâğıt kalem ister. Kâğıt ve kalemi hocaya veren Atatürk hocadan eski yazıyla “Vettini vezzeytuni ve turi sinine ve hazal beledilemin lekad halaknel insane fi ahseni takvim sümme…” ayetini yazmasını ister ve hoca da söylenen ayeti yazar. Atatürk, ''hoca efendi ben bu kelimeyi “valtin”, “valziton” diye de okurum, buna ne dersin?'' Hoca cevap olarak ''bunun üstünde üstünü, esresi, şeddesi, meddi var. Bunları koyduğunuz zaman doğru okunur'' der. Bunun üzerine Atatürk kâğıt ve kalemi kendi eline alarak aynı ayeti Türk (Latin) harfleriyle yazıp hocaya gösterir. Hocaya ''görüyorsunuz bunun şeddesi falan yoktur. Bu harflerle kolaylıkla ve yanlışsız okunuyor. Biz hem batı eserlerini kolayca okumak hem de kendi dilimizi bütün dünyaya kolayca öğretmek için Türk harflerini (Latin harflerini) seçiyoruz'' der. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 22, 2007, s. 182).
Cumhuriyet kurulduktan sonra Kur’an-ı Kerim’in Batı dillerinden özellikle Fransızcadan Türkçeye tercüme edildiği görülmüştür. Ancak birçok yanlış tercüme ve tefsir hataları bulunan çeviriler ortalıkta dolanmaya başlamıştır (Yakıt, 1999, s. 23). Bunun üzerine Atatürk, Mehmet Akif Ersoy ve Mehmet Hamdi Efendi’den Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme etmelerini istenmiştir. 26 Ekim 1926’da Mehmet Akif Ersoy, Mehmet Hamdi Efendi ve Ahmet Hamdi Akseki arasında tercüme sürecinin nasıl işleyeceğine dair bir sözleşme imzalanmıştır ( BCA, Fon Kodu: 030.10, Yer No: 26.145.12, 26.10.1925). Mehmet Akif Ersoy ve Elmalılı Mehmet Hamdi Efendi ile imzalanan sözleşmeye göre; Kur’an-ı Kerim’in tercümesi özenli bir şekilde yapılacaktır. Her iki kişiye de yapacakları iş için altışar bin lira ödenecektir. Ödeme şekli her birine biner liradan iki bin lira peşin, kalan miktarda birinci cüz bitince her birine yüz seksen altışar lira, diğer cüzlerin her biri için yüz altmış altışar lira verecek şekilde hesaplanmıştır. Tercüme yapılırken ayeti kerime yazılacak altına da meali yazılacaktır. Mealin altına da tefsir ve açıklamalar yazılacaktır. Tefsir ve izah kısmında ayetin niye indirildiği, indirilme sırası, okunuşu, düzenlenmesi ve kelimelerin izahı, hangi mezheplerin hangi ayeti nasıl yorumladıkları yazılacaktır. Ortalıkta yanlış bilinen ve tahrif edilen bilgilerin doğrusunun yazılması istenmiştir ( BCA, Fon Kodu: 030.10, Yer No: 26.145.18, 08.11.1925).
Atatürk, Kur’an-ı Kerim’i niçin Türkçeye tercüme ettirdiğini şöyle açıklamıştır: “Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar, bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk Kuran’ın arkasından koşuyor fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde ne var bilmiyor bilmeden tapınıyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” demiştir (Özdemir, 2017, s. 60).
Allah, Kur’an-ı Kerim için “Biz onu anlaşılsın diye indirdik” buyururken Türklerin anlamadan okuması Allah’ın emriyle de çelişmektedir. Bu bakımdan Atatürk’ün, Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme ettirmesi Allah’ın emrine de uygun düşmektedir (Bozkurt, 2015, s. 49).
Osmanlı Devleti’nde 1727’de matbaanın kurulmasından 1928 yılına kadar geçen sürede basılan kitapların sayısı otuz beş bin ile kırk bin arasındadır. Matbaanın kurulmasıyla birlikte el yazması kitaplar da yazılmaya devam etmiştir. Okuryazar bir toplumda bu sayı oldukça düşüktür. Hem okuryazar sayısının düşük olması hem de basılan kitap sayısının düşük olması Arap harflerinin öğrenilmesinin zorluğuna ve Arapça dil bilgisinin bilinmemesi ile de ilgilidir. 1928 yılında Harf Devrimi yapıldıktan kısa bir süre sonra okuryazar oranı ve kitap sayısı hızlı bir şekilde artmaya başlamıştır (Toprak, 2020, s. 300).
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir ve tercümesini tamamladıktan sonra 1936’da Atatürk’e takdim etmiştir. Dokuz cilt halinde olan tercüme ve tefsir ilk etapta on bin adet basılarak iki bin âdeti yazara verilmiş geriye kalan sekiz bin adet Türkçe Kur’an-ı Kerim ücretsiz olarak dağıtılmıştır (Bozkurt, 2015, s. 110).
Atatürk’ün, Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırdığı Kur’an-ı Kerim tefsir ve tercümesi günümüzde de Türk ulusunun başvurduğu temel kaynakların başında gelmektedir. Atatürk, Kur’an-ı Kerim’i raflardan ve duvarlardan indirerek insanların içindeki Tanrı buyruklarından haberdar olmasını sağlamıştır.
Atatürk’ün, Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tefsir ve tercüme ettirmesini dinen ''uygun değil'' diye eleştirenler vardır. Araplığı Müslümanlığın özü saydıkları için bu düşüncede olanlar, ideal Müslüman olmanın yolunu ''madem Tanrı bütün kullarını Arap yaratmadı o halde kültür bakımından Arap gibi yaşanmalıdır'' düşüncesine bağlamaktadırlar. Bu düşünce çok yanlış ve İslam dininin özüyle bağdaşmayan bir tutumdur. Eğer İslam dini Arapça dışında bir dille ibadete izin vermiyorsa o zaman bir Arap dinidir. Evrensel bir din değildir. Oysa ki İslam inancında, İslam dini insanlığa gönderilen son din olduğuna göre bütün insanlığa gönderilmiş evrensel bir dindir.
Türk ulusu asırlardır din adı altında hurafelerden korkarak yaşamıştır. Anlayamadığı ve tam manasıyla öğrenemediği bir dille ruhban sınıfı ortaya çıkmış, halk din ve dünya işlerinde bu kişilerin etki ve hâkimiyeti altına girmiştir (Kutay, 1998, s. 94). Atatürk'ün bütün bu özveri ve çabalarının altında dinin hurafelerden kurtarılması ve halk tarafından anlaşılması yatmaktadır. Zira halk inanç kitabını anladığı takdirde aracılara ihtiyacı kalmayacaktır. Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim’in Türkçe okunmasında da dinen bir sakınca olmadığı anlaşılmaktadır.
Konu bir şekilde Atatürk ve Annesi Zübeyde Hanım'a getirilir ve ''Ama oğlu Kur-an’ı Kerim’leri toplattı !!!'' diye çarpıtılmış suçlamalar yapılır nedense ?!!?...
Evet toplandı. Çünkü yabancılar tarafından değiştirilip çarpıtıldığı (aynı İran'da yapıldığı gibi; bkz. https://www.gunesinsan.com/post/i-ran-coğrafyasinda-türk-varliği ) devlet tarafından fark edilince ne kadar Kuran-ı Kerim varsa hepsi toplatıldı. Yukarıda aktarmaya çalıştığım gibi düzeltildi. Mühür vuruldu ve tekrar Türk halkına iade edildi. O dönemki Kuran-ı Kerimlerde hala mühür vardır.
''Ama oğlu, İskilipli Hoca gibi hocaları, şapka takmadığı için astı.'' denir.
Evet asıldı. Ama şapka yüzünden değil. Hoca olduğu için hiç değil. Osmanlı zamanında da 31 Mart’a karıştığı için askeri mahkeme tarafından yargılanan, ‘Kudurmuş haydutlar’ dediği Kuvay-ı Milliyecilere karşı Yunanlıları tutmasına hatta bildirilerin Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılmasına rağmen affedildi. Ama ne zamanki çeşitli şehirlerde çıkan isyanlar sonucunda, hükümet konakları basılıp görevliler öldürülünce ve bu olaylarda onun da etkisi olduğu anlaşılınca idam edildi. O dönem yargılanan Tahirül Mevlevi, Hafız Osman, Ömer Rıza gibi hocalar beraat etti, ‘hoca’ oldukları halde!
''Ama oğlu camileri ahır yaptı.'' dendi.
Evet camiler ahır da oldu. İtalyan arşiv belgelerinde Yunan ordularının camileri tahrip ederek, Kur-an’ı Kerim’in ayaklar altında çiğnenmesi gibi maddi-manevi baskılar yapıldığını, Milli Mücadele sonrasında Atatürk’ün emriyle yakılan, yıkılan camiler konusunda bir rapor hazırlandığını ve 1 yıl içinde 126 cami ve mescidin onarıldığını (bkz. https://www.gunesinsan.com/post/ata-ve-cami̇ler ) Atatürk’ün Eskişehir Mihalıççık Camii için cebinden 5000 lira vererek yeniden yaptırdığını, İnönü’nün Ankara Bükteş Sokak’ ta bir caminin yapımı için 2500 lira bağışladığını,1924-1935 arasında yüzlerce tarihi camiyi tamir ettirdiğini yazar.
Yalanlar, yalanlar, yalanlar...
İnsanlar böyle kandırıldı. Atatürk düşmanlığı henüz Atatürk’ün sağlığında başlamadı mı zaten?! Ölmesi de etkilemedi. İşin tuhafı çoğu içkiye bağlı nedenlerden ölen Osmanlı padişahları bazılarının hiç umrunda olmadı. Abdülhamit’in torunu ‘Dedem rom içmeyi severdi’ demesine rağmen o ‘cennetmekan’ oldu, ama Atatürk’ün rakısı göze battı...Ya da Abdülhamit döneminde 1 milyon 592 bin 806 kilometre karelik toprak kaybedilmesine rağmen, bu hiç sorgulanmadı. Ama Edirne (1829), Abdülhamit Kıbrıs konvansiyonu (1878), Londra (1913) ve Uşi (1912) antlaşmalarıyla çoktan kaybedilen Kıbrıs ve Ege Adaları'nı, ''Lozan’da kaybettik'' yalanı ise yıllarca işlendi ne yazık ki !!!....
Artık gerçekleri görmenin ve Türk Ulusu olarak ne tür bir aldatmacaya maruz bırakıldığımızı anlamanın vakti çoktan geldi !....
Kaynaklar
Kemal Arıburnu, Atatürk'ten Anılar, s.110-114
Ellerinize sağlık yine çok güzel bir çalışma.